ALİ GÜNVAR
Birkaç yıl önceydi, Moda’da Kadıköy çarşısına yakın bir kafede çay içiyorduk, eğer yanlış hatırlamıyorsam yanımızda şair Murat Saldıray da vardı. “Cem, demiştim, Eliot’ın ‘Wasteland’inin (Çorak Ülke) doğru dürüst bir çevirisini yapmak sana yakışır.” O gün konuya biraz uzak bakmıştı. Ancak onun Celan konusuna ne büyük bir iştiyakla yaklaştığının ve Macaristan’da yaşadığı ağır sarsıntılara paralel olarak, Celan ile nasıl bir ruh ilişkisi kurduğunun yakın tanıklarındandım. Celan ile kurulmuş olan bu ilişkinin kendisini zorunlu olarak İkinci Dünya Savaşı öncesinde çoraklaşan Batı kültürünün sarsıntılarını hisseden şairlere doğru taşıyacağının farkındaydım.
Nitekim öyle de oldu. Ve bundan büyük mutluluk duyuyorum. Zira edebiyatımızın uzun bir süredir içinde bulunduğu akıl almaz cehalete ve kültürel vurdumduymazlığa hem ışık hem ayna tutan, birisi İkinci Dünya Savaşı öncesinde diğeri bu savaş ve sonrasında yaşamış olan iki olağanüstü şairin iki olağanüstü, hem bilgi hem de Türkçe hassasiyeti ile dolu çevirilerini elde etmiş olduk. Özelde kendisini zaten kutlamıştım ancak buradan bir kez daha kutluyorum. Bu iki büyük külliyat ile Türk edebiyatı dünyasına çevirinin ve çeviri yoluyla buranın okuruna mal etme işleminin nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini, bilgi üfürerek çeviri yapılamayacağını herkese göstererek bir çeviri standardı oluşturdu. Bu başlı başına önemli bir durumdur.
Üstelik Vural Bahadır Bayrıl’ın KARAR’daki yazısında, gayet doğru bir tespit ile mealen söylediği gibi, bu iki çeviri kitabı “kendilerinden önceki Celan ve Eliot çevirilerini büyük ölçüde yokluğa ve hatta butlana sürükledi.” Doğrusu önceki çevirmenler için pek de üzüldüğümü söyleyemem. Bir gün gelip bir Cem Yavuz’un çıkacağını ve kendi çevirilerini yerle bir edeceğini düşünmeleri gerekirdi.

Cem Yavuz
Eliot ile 1970 yılında ‘Norton Antholgy of English Literature’ okurken tanıştım. Lise III. sınıf öğrencisiydim. Önce J. Alfred Prufrock’un ‘Aşk Şarkısı’, sonra da ‘Wasteland’… Çarpılmıştım… Neredeyse ezberlemiştim ‘Prufrock’u. ‘Wasteland’deki bazı bölümler de ezberimdeydi. O zamanki kadar olmasa da, can yakıcı mısraları hâlâ ezberimdedir.
Cem Yavuz’un çevirilerinin çok önemli bir özelliği de Celan ve Eliot hakkında vermiş olduğu bilgilerdir. Şu kadarını söyleyebilirim: ‘Çorak Ülke’ çevirisinde verdiği bilgiler ‘Norton Anthology’deki dipnot bilgilerinden daha fazla… Bu durum yaklaşımın ve çevirinin ne denli önemli bir altyapıya sahip olduğunun göstergesi olsa gerektir.
Şu hususu da belirtmeliyim ki, Cem Yavuz sadece bir çevirmen değil, aynı zamanda olağan dışı ve çok önemli bir şairdir. Adları ortalıkta çokça dolaşan ve fakat internet ortamının oluşturduğu avam okura hitap edenlerden biri değil, dört başı mamur ve kaliteli okura hitap eden bir şairdir. Onun şiirlerini okuyabilmek için ciddi bir kültürel altyapıya sahip olmak gerekir. Şiirin içindeki zihinsel örüntüleri görmekten aciz bir okur yazdığı şiirleri de okuyamaz.
Cem’in çevirilerini yetkin ve önemli kılan bir unsur da bu zihinsel örüntüleri kurmaya ve okumaya aşina olmasıdır. Zira bir şair olarak, yalnızca güzel (!?) kabul edilen ama oldukça bayağı ve sıradan imgeler ve benzetmelerle kurgulanmaya çalışılan pseudo-sanatın işe yaramadığını ve gelişkin zihinsel yapıdaki estetik algıyı karşılayamadığını ve gereksiz dolgularla sanat seviyesine ulaşmanın mümkün olmadığını bilmektedir.
Celan’ı Cem’in çevirilerinden önce, Almanca bilmediğim için, yalnızca İngilizceden izlemiştim. Maatteessüf önemsediğim ama yazdığı dili bilmediğim yazarları yıllardır İngilizceden ya da Fransızcadan okuyorum, çünkü Türkçe çevirilerde yazarın ne dediğini çoğunlukla anlamıyorum. Celan’ın Türkçeleştirilmesindeki tuhaflıkların da bu yolla farkına varmıştım. Ancak Almanca bilmediğim için bir şey söylemek ya da yazmak durumunda hissetmiyordum kendimi. Cem, ‘Sesler İşitin Bizi de’nin Sunuş bölümünde örnekler vererek çeviri yanlışlarını ve doğru çeviriyi ortaya örnekleriyle ve yeterince koyduğundan, yetkin olduğumu düşünmediğim bir dil üzerinde herhangi bir söz söylememeyi tercih edeceğim. O nedenle bu yazımda ‘Çorak Ülke’ çevirisi üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.

ELIOT’IN ‘NESNEL BAĞLILAŞIM’ KAVRAMI
Cem’in konuya ne denli hâkim olduğu, daha ‘Çorak Ülke’nin Sunuş yazısında, ‘objective correlative’ kavramını Türkçeye ‘nesnel bağlılaşım’ olarak çevirmesinde görülüyor. Yaptığım tetkiklerde bugüne kadar bu kavramın Türkçede ‘nesnel karşılık’ diye karşılanarak insan zihinlerinin gerek Eliot, gerekse Eliot dolayımıyla modern şiir konusunda ne ölçüde karmaşaya ve yanlış bilgiye düşürülmüş olduğunu gördüm. Şiirde nesnel karşılık arayan kafa yapısının işi hangi uçlara vardırabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Eliot’un ‘Wasteland’inin Pound tarafından redije edilmiş ve yayına hazırlanmış faksimilesini, Eliot ve Pound düşkünlüğümü bilen dostum Irvin Cemil Schick ABD’den alıp bana hediye etmişti. Oradaki ilk hali ve düzeltmeleri de görünce ‘objective correlative’in ‘nesnel karşılık’la ilgisi olmadığını bariz biçimde görmüştüm. ‘Objective correlative’ bugün bizim ‘metinlerarasılık’ ifadesiyle karşılamaya çalıştığımız ‘intertextualité’ kavramına daha yakındır. Bir başka deyişle yazılan ile çağın ruhunu ifade eden büyük üstmetin arasındaki iç bağların güçlü olması anlamındadır.
Şiir çevirisinde, kullanılan dilin yanında, şiirdeki ritmin de gözetilmesi gereklidir. Eliot Çorak Ülke'yi yazarken Avrupa ve özellikle geleneksel İngiliz şiirinde hâkim olan hegzametron kalıbı ve iambik hece izleğini ön plana almış ve şiirinde bu kalıp ve izleğin etkisini seda olarak ve gayet yetkin bir biçimde kullanmıştır. Yavuz’un çeviri yaparken bu hususa da çok dikkat ettiğini görmekteyiz.

Daha şiirin başında,
April is the cruellest month, breeding
Lilacs out of the dead land, mixing
Memory and desire, stirring
Dull roots with spring rain.
*
mısralarının Türkçeleştirilmesinde görürüz bu kaygıyı.
En zalim aydır Nisan, leylaklar
Bitirir ölü topraktan, hatıraya
Karıp arzuyu, coşturur
Körelmiş kökleri bahar yağmuruyla
*
Örneğin,
Nisan, en zalim ay; doğurtur
Leylakları, ölü topraktan; harmanlar
Anıyı ve tutkuyu; kışkırtır
Ölgün kökleri bahar yağmuruyla.
*
biçiminde bir çeviri yapmaz.
Zira dull roots, ölü kök ya da ölgün kök biçiminde çevrilebilirse de ölü olanın canlanması olağan olmadığından oraya Türkçe ziraat deyimi olan körelmiş kök kullanılması daha doğru olur. Böylece ziraat söylemi ile bağlantı kurularak nesnel bağlılaşım sağlanmış olur. Kısaca nesnel bağlılaşım sadece şiirde değil onun çevirisinde de önemli bir yaklaşım biçimidir.
Ya da
‘I read, much of the night, and go south in the winter’ mısrasını
‘Okurum gecelerin çoğunda, kışın güneye giderim’
*
biçiminde değil,
‘Geceleri okuyorum çoğu zaman ve güneyde geçiriyorum kışı’
*
biçiminde çevirir.
*
Doğrusu da böyle çevirmektir.
Bir başka örnek verecek olursak,
*
Unreal City,
Under the brown fog of a winter dawn,
A crowd flowed over London Bridge, so many,
I had not thought death had undone so many.
*
Hülyalı Şehir
Kahverengi sisinde bir kış sabahının
Akıp gidiyordu ahali Londra Köprüsünden, bi’ dolu insan
Hiç aklıma gelmezdi öğütmüş oldun ölüm bunca insanı
*
şeklinde çevrilmiş.
Hayal Kent
Siyah sisi altında kış sabahının,
Akıyordu kalabalık, Londra Köprüsü’nden, öylesine çok,
Hiç düşünmemiştim, ölümün yıkıma uğrattıkları
*
[öylesine çok.
diye,
kelimelerin sözlük anlamlarına sığınılarak bırakılmamış. Zira Unreal city ifadesi Baudelaire’in cité plain de rêves imgesine atıf yapmakta ve Osmanlı İstanbul’unun Bankalar Caddesi gibi Londra köprüsünün kuzey ucundaki finans bölgesini işaret etmektedir. Oradaki mimari ve yapıların etkileyici formları orayı hayal olma durumunda değil insanların hülyalarının nesnesi olma durumunda bırakmaktadır. Hiç kuşkusuz bu çeviride Mithat Cemal Küntay’ın ‘Üç İstanbul’ romanına ve Galata Köprüsüne de bir atıf izlenebilir.
NEDEN ‘BİR PARTİ SATRANÇ’?
Cem’in ‘Çorak Ülke’deki çevirisinden bir örnek daha. ‘A Game of Chess’ adlı bölüm ‘Bir Satranç Oyunu’ diye değil, ‘Bir Parti Satranç’ şeklinde çevrilmiş. Bunun nedenini anlamak için şiirin son birkaç dizesine bakmak gerekiyor.
Şiir şu dizelerle bitiyor:
Well, that Sunday Albert was home, they had a hot gammon,
And they asked me in to dinner, to get the beauty of it hot—
HURRY UP PLEASE ITS TIME
HURRY UP PLEASE ITS TIME
Goonight Bill. Goonight Lou. Goonight May. Goonight.
Ta ta. Goonight. Goonight.
Good night, ladies, good night, sweet ladies, good night, good night.
*
Cem Yavuz bunu şöyle çevirmiş:
Neyse işte, Albert o Pazar eve döndü, sofrada sıcak domuz budu,
Beni de çağırdılar yemeğe, sıcak sıcak tadayım diye –
KAPATIYORUZ ACELE LÜTFEN
VAKİT TAMAM ACELE LÜTFEN
İigeceler Bill. İygeceler Lou. İigeceler May. İygeceler.
Had’eyvallah. İigeceler. İygeceler.
İyi geceler, hanımlar, iyi geceler tatlı hanımlar, iyi geceler, iyi geceler.
*
Burada birkaç husus gayet dikkat çekici görünüyor. İlkin, ‘domuz budu’ anlamına gelen ‘gammon’ kelimesi… ‘Gammon’ aynı zamanda ‘tavla oyunu’ anlamını da taşır. İstanbul kahvehane jargonunda ‘tavla oyunu’ yerine ‘tavla partisi’ ifadesi daha yaygın kullanılır. Onun için şiirin adını ‘Bir Parti Satranç’ olarak gördüğümüzü düşünmekteyim.
‘İigeceler ve ‘iygeceler’ biçiminde kullanımlar günümüz bilgisayar chatlerine anıştırmalar biçiminde geliştirilmiş ve nihayet Ophelia’nın delirerek kadınların toplantısından uzaklaşması sırasında söylediği küçük tiradın bitişindeki dizeyle bitiyor.
Çok ustalıklı bir Türkçeleştirme yapmış sevgili Cem Yavuz. Zaten şair olarak kendisini çok ama çok sevmişimdir. Ama şimdi çalışkan ve bilgili bir çevirmen olarak, üniversitelerde tez konusu yapılması gereken iki büyük çeviriye attığı imzadan dolayı kendisini daha büyük bir iştiyakla kutluyorum. Ve çeviri yapanlara bir standart olarak kabul edilmesini temenni ediyorum.
