24, Hürriyet Gösteri, kitap-lık, Notos, Söğüt gibi çeşitli dergilerde eleştirileri, denemeleri yayımlanan, Doğan Hızlan, Jale Parla, Enis Batur ve Hilmi Yavuz adına Harvard Üniversitesi için armağan kitaplar hazırlayan, ‘Denemeden Bilemezsin: Fragmanlar’ın ikinci cildi geçtiğimiz aylarda Ötüken Neşriyat’tan çıkan Orçun Üçer’le Teşvikiye’de buluştuk. İkinci telif kitabını “kitaplarımın ilk okuru ve eleştirmeni sevgili meslektaşım Ömer Faruk’a... Biz bu dünyaya denemeye mi geldik?” ithafıyla imzaladı, Ardından iki denemeci kitaplar, dil ve yazı üzerine KARAR okurları için konuştuk.
Fragman 254’te “hiç görünmesem, kimse bilmese beni, köşemde sessizce otursam, zaman öylece geçip gitse” diyorsun ama yine de yapacağız bu söyleşiyi. Günlük hayatın nasıl geçiyor, rutinlerin neler?
Benim gündelik hayatım da herkes gibi geçiyor. Maişet telaşıyla... Sonra ne yiyeceğiz ne giyeceğiz... Hiçbir zaman planlı yaşamadım, verdiğim sözler dışında. Kendime verdiğim sözlere de hiçbir zaman uymadım. Ataç ‘Günlerin Getirdiği’ni yazdı. Suut Kemal ‘Günlerin Götürdüğü’nü yazdı ona cevaben. Hüseyin Cöntürk ve Asım Bezirci ‘Günlerin Getirdiği Götürdüğü’nü yazdı. Birbirine gönderme yapan bu üç kitabı çok severim. Ama Ataç vermeseydi bir kitabımın adını ‘Ararken’ koymak isterdim. Denemenin doğasına çok uyuyor; bir arayıştır yaşamak, günlerin getirdiğini. Çoğunlukla neyi aradığı bilmeden.
‘YAZARLIĞIM GÜNLÜK YAŞAMIMIN BİR SONUCU’
Yusuf Atılgan “benim gündelik yaşamım yazarlığımdan önce gelir” der. Senin için de öyle mi?
“Ben neyim” gibi varoluşsal sorularım hiçbir zaman olmadı. Birisi “ne iş yapıyorsun?” diye sorduğu zaman “yazarım” diyorum. Sorduğuna gelince; bunu hiç düşünmemiştim, bir ayrım görüyor muyum arasında, hayır, yok, yazarlığım önce gelmez. Çünkü benim yazarlığım günlük yaşamım sayesindedir. Onun bir sonucudur. Ahmet Oktay’ın çok sevdiğim bir dizesi vardı: “kaç kişiyiz kendimizde?” Çok kişiyiz. Yazar Orçun var. Ama onun da ortaya çıktığı bir zaman var. Şu anda seninle konuşurken de bir deneme konusu doğabilir, bir fragman beliriverir kafamda. Hiçbir zaman planlayarak yazmadım. Hazla doğdu yazı, bana kendisini yazdırdı. Dolayısıyla bir memur gibi oturup yazamıyorum, böyle yazabilenlere çok saygı duymakla beraber. Zaman zaman düşünüyorum roman yazabilir miyim, diye. Yazamıyorum.
Neden deneme yazıyorsun, diye sormayacağım ama kurmaca yazamayışının sebebi ne?
Büyük anlatıların zamanının geçtiği söylense de ben büyük anlatılar kurabiliyorum zihnimde. Fakat onları geçirecek sabrım yok. Kimi düşünceler bombardıman gibi, kuyrukluyıldız gibi, üst üste biniyor.
‘UZUN ANLATILARA SABRIM YOK’
Denemelerini de “fragmanlar” biçiminde, Jale Parla’nın sunuştaki deyimiyle “tek vuruş” yazmanın sebebi sabırsız oluşun mu?
Jale’nin o tanımını çok sevdim; evet, kesinlikle sabırsız oluşum. Çelişkili gibi gelecektir, aslında yemede içmede-giyimde kuşamda son derece muhafazakârımdır. Bir şeyden tat aldıysam onu pek değiştirme gereği duymam. Yazıda da böyleyim. Kısa yazmayı seviyorum. Bir konu anlaşıldıysa benim için de bitmiştir, yeterlidir.
Fragmanlar fikri nasıl doğdu?
Salgın döneminde başladım ben bu fragmanlara. O günlerin getirdiği birtakım şeylerin yitip gitmesiyle birlikte... Bilinçdışından gelen, bende ne varsa dökeyim, kaybolmasın dürtüsüyle kısa kısa yazmış olabilirim. İlkin çok yadırgadım ama sonra sevdim. Söyleyecek çok şeyim vardı ama uzatmanın da anlamı yoktu. Her fragman uzatılsa birçok kitap doğacaktı. Denemenin imkânlarını zorlamak, bu böyle de söylenebiliyormuş demek, çok hoşuma gitti.
Yine fragmanların birinde (228. fragman) “bir kitap kolay okunuyorsa yazılması muhakkak zor olmuştur” demişsin. Zor mu oldu yazması?
Güzel, iyi yakalamışsın bunu. Evet, zor oldu. Özellikle birincisi için söyleyeceğim; birinci cilt uzun yıllardır yazdığım denemelerin yeniden biçimlendirilmiş yorumlanmış hali. En aşağı yirmi yıllık okurluğumun sonucu. Ayrıca her yazdığımda dile özenmeye çalışıyorum. Başta öğretmenim dediğim Ataç ve Uygur’un dile titizlenmeleri gibi. En nihayetinde yazılı bir şey bırakıyoruz. Düşüncelerimiz o kadar önemli/özgün olmasa da yazdıklarımızı dil parantezine alıp hiç değilse ona özenmeliyiz. Ona rağmen yanlışlarım da olmuştur. Bu açıdan zorluğu var. Kısa yazmanın gerçekten çok zor olduğunu gördüm. Ama kolay okunsun istedim. Güzel bir yemeği on dakikada haz duyarak yemek mi istersin, yoksa deve lokması gibi bir saat çiğneyip işkence çekmeyi mi?
Haklısın, sıkıldığımız kitapları fırlatıp atabilmeliyiz.
Öyle tabii. Bir saatte bitirdiğim kitaba tekrar tekrar dönebilirim okurluk yaşamım boyunca. Çünkü ben yazarın dilini özlerim. Nermi Uygur’un sesini özlüyorum... Ataç’ın öfkesini özlüyorum. Tanımıyorum bile çattığı kişileri. Ama o kadar sarıp sarmalayan bir dil ki o...
Bazı kelimeler bazı yazarlarla özdeşleşmiştir. Onların o kelimeleri kullanış biçimlerini özlüyoruz aslında...
Çok doğru. Benim böyle bir listem var, iyi söyledin. Attila İlhan’ı, Selim İleri’yi çağrıştıran kimi kelimeler vardır. İmzasıdır o. Mesela sayın Cumhurbaşkanı zaman zaman “Bay” kelimesini kullanıyor ama “Bay” kelimesi benim aklıma daima Ataç’ı getirir.
Kimi zaman yazdığım cümleyi bir yerden mi okudum yoksa ben mi yazdım, karıştırıyorum. Sen de şüpheye düşüyor musun?
Düşmez miyim? Bazan yazarken aklıma parlak bir cümle geliveriyor. Herhalde ben bunu bir yerden duydum diyorum. Kitaplara bakıyorum, internete soruyorum, hiç de aklımdaki gibi çıkmıyor. Hah, tamam, bunu ben bulmuşum deyip seviniyorum. Yunus Emre der ki “ey sözlerin aslın bilen, gel de bu söz kandan gelir, söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir...” Ama öyle ama böyle, söylenmiştir o söz belki. Yine Yunus’a başvurayım: “her dem yeni doğarız, bizden kim usanası...” Bir bağlam içinde yeniliği vardır sözün. Kültür her şeyi unuttuktan sonra sizde kalansa, ona sığınacağız. Ataç intihalden söz edeni edebiyattan anlamamakla suçluyor.
Şu sıralar ne yazıyorsun?
Fragmanların üçüncü cildini, belki sonuncusu olacak, onunla uğraşıyorum.
Zorlanarak yaz ki kolay okuyalım. Teşekkür ederim, keyifli bir söyleşi oldu.
Ben de teşekkür ederim. Sayende.
KÜLTÜR SANAT SAYFALARI SON DERECE KISITLI
Peki Türk yayıncılığını nasıl görüyorsun? Yayınevlerine iş yapıyorsun, içindesin.
Aslında bilfiil içinde değilim, zaman zaman iş yaptıklarım oldu. Okur olarak gözlemliyorum daha çok. Kâğıt fiyatlarının yüksek olması kitap basımını etkiliyor. Bu durumda ya niteliği ya niceliği önceleyeceksin. Bu her zaman karşıt olmayabilir. Asıl bugün okuru yönlendiren ne? Yayın dünyasını büyük yayıncılar belirliyor. İnsan çoğunluğa dahil olmak, onu kaçırmamak ister. Herkes tekil olmanın önemini vurgularken öte yandan gruptan ayrılmaktan da kaçınıyor: “Bu haberden geri kalmayayım. Şu kitabı ben de okumalıyım.” Genel okurun talebi yayıncıların politikasını da belirliyor. Eski yayıncıların birçoğu yazar ya da danışmandı. Erdal Öz gibi...
Aziz Nesin ve Kemal Tahir Düşün Yayınlarını kurmuşlardı.
Evet... Genel Yayın Yönetmeni kitaptan anlayan adamdı. Okurlukta gazetenin önemine inanıyorum. Benim ilk gençliğimde bile Selim İleri, Hilmi Yavuz, Çetin Altan, Oktay Akbal, Attila İlhan yazıyordu gazetelerde. Köşe yazarları aynı zamanda edipti. Daha eskiden tefrika romanlar da gazetelerde yayınlanırdı. Bugün bırakalım edebiyatçı köşe yazarını, kültür-sanat sayfaları son derece kısıtlı. Parmakla sayılı...
Kitap eki kalmadı neredeyse...
Kalmadı, evet...
Kültürün taşıyıcısı gazeteydi. Matbuat ölünce sosyal medya bu boşluğu dolduramadı.
Bu tespit için erken olabilir. Henüz bir gözlemim yok. En azından kitap tavsiyesi bu mecraya taşındı. Sosyal medyada güvendiği bir tarihçinin veya anonim bir hesabın önerisiyle kitap seçiyor artık okur.
