İdam popülizmi yine kızışıyor
"2002’de ortalık ‘Ümraniye sapığı’ haberleriyle çalkalanıyordu. Tüm Türkiye, dehşet içinde kurbanlarına ağlıyordu.
Derken eşkale uyan B.A. adlı bir kişi yakalandı.
Kanını içsen doymazdın; yatışacak, dinecek gibi değildi sokaktaki öfke ve infial.
Diri diri yakılsa, gözünü bile kırpmadan lincine odun taşımaya hazırdı kalabalıklar.
Bir ay geçmeden yanlış kişi olduğu anlaşıldı, gerçek sapık bulunmuştu.
B.A. kurtuldu, kağıt üstünde temize çıktı ama yüzü afişe olmuştu, alnındaki damgayı bir daha silemedi.
Hayatı karardı, yine de tek tesellisi hala hayatta olmak...
O gün darağacı kurulup millete sorulsa, yanlış kişinin asılmasına rekor oyla destek çıkmaz mıydı!...”
Buraya kadar okuduklarınız, geçen yıl “Hepsi bitti de idam mı kaldı” başlıklı yazımdan.
Yine bir kadın, erkek şiddetine hunharca kurban gitti; yine kendimizi idam cezasını tartışırken buluyoruz.
Trabzon’da ‘idam’ın geri gelmesini isteyen kalabalığın tezahüratına, bilindik tavrıyla karşılık verdi Cumhurbaşkanı Erdoğan. “Meclis’ten geçerse onaylarım” tavrı...
Emine Bulut’un ailesini ziyaretten sonra, İYİ Parti lideri Akşener de meydan okudu. “Sayın Cumhurbaşkanı partisine talimat versin, Meclis’te destekleriz” diyerek. Gerekçesi, acılı kurban yakınlarının da katile idam talep etmesi...
İstanbul Sözleşmesi daha girift bir tartışma tabii. Getirdiği tedbirler kadını fiilen korumaya yetiyor mu, koruma mekanizmasının mağduru daha çok hedefleştirme riski nasıl önlenebilir, ilk şikayette uzaklaştırayım derken erkeği daha da saldırganlaştırarak tehlikeyi büyüttüğü eleştirilerinde haklılık var mı, uygulama sonuçları ne gösteriyor, tedbirlerin gözden geçirilecek eksiği fazlası yok mu? Bunlar, karşıtları ve taraftarlarını dikkatle dinlemeyi gerektiriyor. Zahmetli iş, idam çığırtkanlığı gibi kestirme popülizme elverişli değil. Uzatmadan ‘asalım gitsin’ demek daha kolay.
Hatta takıntıya dönüştü; çocuğa, kadına yönelik saldırılarla canımız her yandığında ayaklanıp hemen idam sloganına sarılıyoruz.
Ürpertici bir vahşetle Özgecan katledildiğinde, Eylül ve Leyla’nın cansız bedenleriyle tepeden tırnağa sarsıldığımızda ne istediysek şimdi de aynı istek alevleniyor içimizde. Böyle pislikler yaşatılmasın, nefes alıp verdikleri her saniye kurbanlara zulüm ve ihanet, canlarıyla hem de acı çektirilerek ödesinler...
Aşağısı benim de içimi soğutmaz. Ama kadına ve çocuğa karşı şiddetle mücadelede en caydırıcı ceza bu mu, istatistikler hiç de öyle demiyor.
Af Örgütü ile Woman Stats Project’in verilerinden şu sonucu çıkarmıştım: İdam cezasının en çok uygulandığı ülkelerle tecavüzün en yaygın görüldüğü ülkeler çakışıyor, ayrışmıyor.
Çin, Hindistan, ABD, Pakistan, Afganistan, İran, Suud diye giden ortak bir idam ve cinsel suç haritası...
İdamın kimi örneklerdeki gibi meydanda, halkın gözü önünde infaz edilmesi bile caydırıcı olamıyor.
Kurbanın öcünü alma hıncıyla galeyana gelip ‘idam isteriz’ diye parlıyoruz. Ama intikam hislerimizi tatmin etse de duygusal patlamalarla üstüne gitmek kurbanları korumuyor. Suçu önleyemedikten sonra suçluyu kıvrandırarak assak neyi düzeltir, kör testerelerle kessek hangi masum canı geri getirir!
Vicdan azabımızı bir nebze hafifletmek, belki dindirmekten başka neye yarar...
Muhalefet, özellikle de Akşener, geri dönüşü ve telafisi olmayan idam popülizminde yarışmak yerine İstanbul Sözleşmesi üzerinden iktidarı sıkıştırsa daha hayra geçmez mi?