Othello’nun ülkesinde Iago’nun gölgesi
İnsanın iç dünyasında çoğu zaman adını bile koyamadığı bir yarık vardır. Gürültü çıkarmaz, kendini görünür bir biçime büründürmez. Kişi ne zaman kendi eksikliğine dokunsa o yarığın sessizliği belirir. Bu sessizliğin adı hasettir. Çünkü haset öfke gibi taşmaz, kıskançlık gibi telaşla kendini ele vermez. Suya karışan ince bir çizgi gibi içeri sızar ve insanın en savunmasız yerine yerleşir. İnsan kendi eksikliğini büyüttükçe bu duygu da genişler, kalbin genişlemeye çağrıldığı noktada daralmasıdır asıl mesele.
Modern çağ bu çatlağı yalnızca görünür kılmadı. Onu bir kurguya dönüştürdü. İnsan artık emeğinin iç sesiyle değil başkasının ışığından yansıyan kırılgan parıltıyla kendini tartıyor. Yürümeye cesaret edemeyenler bir adım önde duranların gölgesine sığınmayı güç sanıyor. Yerinden kıpırdamadan ilerlemek isteyen bu kalabalık, başkasının kudretine yaslanarak varlık devşiriyor ve bu “yakınlık ekonomisi” zamanla insanların kendi hikâyelerini unuttuğu bir düzene dönüşüyor. Şık takım elbiselerle yapılan ziyaretler, “tensipleriyle arz ederim” diyen cümleler, fotoğraf karelerine sıkıştırılan sadakat gösterileri… Hepsi gücün çevresinde kurulan küçük bir mabedin törensel hareketleri hâline geliyor. Mabedin etrafında dönen bu kalabalık büyüdükçe insanlar küçülüyor, küçüldüklerini fark edemeyecek kadar da bu ritme bağlanıyor.
Bu ritmin dışında kalan milyonlar ise hayatın ağırlığını her gün iliklerine kadar hissediyor. Bir lider asgari ücretle on depo benzin alınabildiğini söylediğinde, bu cümlenin önünde aklın durması gerekirken mabedin içinden yükselen bir alkış duyuluyor. Alkış, gerçekten kopuk; ritme ait. Oysa dışarıda insanlar asgari ücretin kaç güne yettiğini hesaplıyor, market arabasını dolduramadan kasadan geri dönüyor, ay sonuna yaklaşırken yaşamla pazarlık yapmak zorunda kalıyor. Mabedin içindekiler bu yoksulluğu başarı diye sunarken, yıkımın ağırlığı yine ve yeniden halkın üzerine çöküyor. Mabedin taşlarına değmeyen her çöküş, sokaktaki insanın omzunda büyüyor.
Tam da bu noktada zihnimde Shakespeare’in Othello’sundaki Iago beliriyor. Çünkü Iago, kötülüğün büyük planlardan değil, küçük kırgınlıklardan doğduğunu gösterir. Othello’nun yanında yıllarca yürümüş bir askerdir. Zaferlerin gölgesinde yaşamıştır. Terfi sırası geldiğinde Cassio’nun seçilmesiyle içine aldığı o küçük kırgınlık zamanla bir sancıya dönüşür, o sancı da bir stratejiye…
Iago doğrudan saldırmaz. Kelimelerin arasına ihtimaller yerleştirir. Şüpheyi yavaşça çoğaltır. Othello’nun zihninde zaten var olan çatlağı genişletir. Bir noktadan sonra insanı yıkan şey kendi içindeki pusulanın kaybolmasıdır.
Bugünün Türkiye’sinde Iago metaforu iktidarın ortağıdır. Seçimi kaybettiği anda kenara çekilmek yerine tam merkezin kırılgan noktasına yerleşen, iktidar olamadığı hâlde iktidarın yönünü belirleyen bir siyasal figür… Othello’nun yanında yürüyen fakat onun duygularını kendi yaralılığının çizgisine çeviren Iago gibi, bu ortak da iktidarın kulağına sürekli fısıldayan bir odak. Yılların kırgınlığını, siyasal kararların içine katıyor. Yükselerek değil, iktidarın en zayıf yerlerinden içeri sızarak güç devşiriyor. Yönetme isteğini kaybettiği noktada yönü bozma mahareti devreye giriyor. Böylece bir kişinin içsel boşluğu, ülkenin siyasal zeminine yayılan bir karaktere dönüşüyor.
Bugün yaşadığımız savrulmalar da bu nedenle bu kadar sert. Milliyetçilik bir gün kırmızı çizgi gibi parlatılıyor, ertesi gün pazarlığın konusu olabiliyor. Dün kriminalize edilen bir talep ertesi gün devlet aklı diye sunulabiliyor. Her dönüş, her çelişki Othello’nun zihnine düşen o uğursuz ihtimallerin siyasal karşılığı hâline geliyor. Ülkeyi yönlendiren irade artık hakikatin değil, bir ortağın geçmiş kırgınlığıyla kurduğu yön duygusunun izini sürüyor.
Hasedin bu hikâyedeki yeri tam da burada beliriyor. Bir duygu olmaktan çıkıp eksikliğin kendini yönetme biçimine dönüşüyor. Gücü tam kavrayamamış olan, kendi içindeki boşluğu başkasının iradesine hükmederek doldurmaya çalışıyor. Bir kişinin ruhunda başlayan çatlak, ülkenin siyasal yapısına yayılıyor. Küstüm-barıştım siyasetinin gölgesi de buradan doğuyor.
Ve günün sonunda geriye bir kişi değil, bir atmosfer kalıyor. Sessizliğin içinden ilerleyen, adımların altından kayarak yön değiştiren, ülkenin eksenini bir o yana bir bu yana savuran amorf bir siyasal karakter… Kendi eksikliğini başkasının kaderine çeviren o kocaman el…
Ülke adalet bekleyenlerle, hakkı teslim edilmeyenlerle, karnını doyurmakta zorlananlarla, gökyüzüne bakacak ferahlığı bulamayanlarla doluyken bu trajedinin her yeni perdesine dayanmak zorunda bırakılıyoruz.
İyi de nereye kadar?
