Krizden geriye kalan…
Bir anda patlayan “istenmeyen adamlar” krizi belki dindi, ama böylesi görülmedi.
Meydan okuma ve akıldışılık bu seviyeye, bu şekilde hiç çıkmadı.
Cumhurbaşkanı, çoğu NATO ülkesi temsilcisi, aralarında ABD ve Almanya’nın olduğu 10 büyükelçinin, “Kavala davasında hukuka uymanızı ve AİHM kararını uygulamanızı bekliyoruz” diyen bildirisi üzerine bu büyükelçileri sınır dışı etme talimatı verebildi, bunu ilan edebildi. Bu ülkelerdeki Türkiye büyükelçilerinin sınır dışı edilme riskini, yalnızlaşmayı, Venezuela olmayı, bunun ülkeye, ülke vatandaşlarına getireceği ağır ve telafi edilmez bedeli göze alabildi.
Asıl önemlisi, bu kararı, sıkça olduğu gibi bir anda, bir uçak seyahatinde, bir basın toplantısında, bir konuşmada, kimseye danışmadan, hiçbir kuruldan geçinmeden, devlet aklı ve belleğini hiçe sayarak kendi başına verebildi.
Söz konusu olan ülke adına bir satranç hamlesi değil, bildik bir harakiri girişimiydi.
Bu adımı atarken ülke liderini nelerin hareke geçirdiğine artık şüphe yok:
Güç saiki, meydan okuma güdüsü, milliyetçi seçmen tahkimatına yönelik faydacı refleks.
Denebilir ki, dış politik haller, krizler iç siyasette araçsallaşır, araçsallaştırılır, hatta iç siyaset yararına üretilir, bunlar zaman zaman her ülkede yaşanır.
Bu farklıydı.
Böylesi, Türkiye’de çok parti döneminden başlangıcından bu yana gerçekten görülmedi.
Kimisi buna dik duruş, irade, liderlik diyor.
Bu, aslında, kolektif aklın ve demokrasinin gerecek anlamda iflasıdır.
Siyasi karar süreçlerinin çalışma biçimi ve siyasi kararların alınma nedenine dair bu tortu, kalan en az kriz kadar önemlidir ve simgeseldir.
İşin özüne gelince…
İnsan hakları meselelerinde iç siyasete müdahaleden bahsedilemez. Büyükelçilerin bildirisi bakımından esas budur.
Sorun, biçimdeydi. Uyarının büyükelçiler düzeyinde yapılması, Türk devlet belleğinin bu konudaki hassas noktalarının dikkate alınmaması ve muhtemel tepkilerin hesaplanmamasıydı.
Bu bakımdan iş öyle bir noktaya geldi ki, kriz Batı ülkelerinin stratejik bir fiyasko öyküsüne döndü, sonuç olarak, hikaye, Erdoğan’ı güçlendirerek bitti.
Yanlış anlaşılmasın, güçlenen Türkiye ve konumu değildir.
Güçlenen Erdoğan tarzı ve otoriter anlayışıdır.
Büyükelçilerin “yanlış anlaşılmayı” düzeltme hamlesiyle, iş, insan hakları meselesinden çıkmış, iç işlerine müdahaleye kilitlenmiştir.
Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Kavala kararı, siyasi iktidarın bu kararın uygulamasına engel olarak hukuk dışına çıkması ve kendi anayasasını ihlali, Erdoğan’ın yargılanmakta olan bir kişiye yönelik, hüküm kuvvetinde ve yargıyı yönlendiren açıklamaları ikinci planda kalmıştır.
“Hiyerarşi” böyle oluşunca, iç işlerine müdahale etmeme ilkesi, hukuku hiçe sayan otoriter siyasetin kalkanı haline dönmüş, ortaya Sovyetik bir görüntü çıkmış, mevcut durum tahkim edilmiştir.
Erdoğan’ın ülke bağımsızlığını koruyan, büyük liderlik örneği gösteren, Batı’ya geri adım attıran adam görüntüsü peşinde koşması veya kimileri için böyle görüntü vermesinin, ülke içinde siyasi karşılığının olmadığı da söylenemez.
Bu aynı zamanda, döviz kurlarından, iç siyasi meselelere, hak ihlallerine kadar bir hasır altı etme darbesi de olmuştur.
İHA ve SİHA’lara, Libya, Suriye, Irak’taki askerlere, Mavi Vatan’a yeni bir fırça darbesi atılmıştır.
Türk siyasal sistemi demokrasiye daveti öfkeyle savuştururken, Türkiye’nin Batı nezdinde temel yeri ve işlevinin “güvenlik”le ilgili tanımlanmasının yeni ve dolaylı bir teyididir de bu durum.
Esasıyla, usulüyle, gürültüsüyle demokrasi merdiveninde bir basamak aşağı daha indik.