Türk’ün sahib-hurucu

Osman Bey, Selçuklu egemenliğini tanıyan Bizans şehirlerini mi fethetmişti?

Osmanlı tarih yazımında Dündar ve öldürülüşü konusu nispeten tartışılmıştır ama aynı gözlemi, onun engellemeye çalıştığı veya Osman Bey tarafından öyle algılanan huruç olayı için yapmak daha güçtür. Mesela, merhum İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Dündar ve Osman arasında Dündar’ın ölümüyle sonuçlanan anlaşmazlığın sebebini, yalnızca Dündar’ın, “Bilecik tekfurunun yakalanmasına mâni” olması olarak gösteriyor. Dündar ve Osman arasında beyliğin izlemesi gereken siyaset konusundaki görüş ayrılığı hakkındaki tek kaynak Neşrî olmasına rağmen, üstelik Neşrî, Osman’ın hurucunun Bilecik tekfuruna yönelik olduğu görüşünü işlerken, o, bu konuda tamamen sessiz kalıyor.

Herhâlde örnekleri çoğaltmak mümkündür ama Osmanlı tarihçileri arasındaki baskın eğilimin Osman’ın hurucunu görmemek yönünde olduğunu söylemekle yetineyim. Yalnız bir de çok önemli bir istisnamız var: Merhum Halil İnalcık. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı “Osman I” maddesinin 2007’de yayımlanışından biraz önceki bir görüşmemizde, “Size yeni bir Osman verdim, okuyun!” demişti.

İnalcık, bu ansiklopedi maddesinde, “Neşrî’deki bir rivayete göre” şeklinde bir uyarı yaptıktan sonra şunları söylüyor:

“Başlangıçta Osman’ın güçlü Bilecik tekfuruyla ilişkileri dostluk, hatta bir çeşit bağımlılık biçimindeydi. Eskişehir- Bilecik arasındaki haraçgüzâr Rumlar’la iyi geçinme politikası bölgede tutunmak için gerekli sayılıyordu. Germiyan saldırıları Osman’ı bölge tekfurlarıyla uzlaşma zorunda bırakıyordu.”

İnalcık, daha sonra, Dündar’ın “iyi geçinme” politikasının sürdürülmesi fikrini, Osman’ın, “kendisinin savaş ve egemenlik hakkını engelleme olarak” anladığını ve amcasını okla vurarak öldürdüğünü aktarıyor.

Erken Osmanlı tarihi gibi, elimizde bulunan kaynakların hemen tamamıyla, çok ciddî olarak tahkik ve tenkit süreçlerine tabi tutulması gereken ve üstelik de dönemle çağdaş olmayan kroniklerden oluştuğu bir alanda kesin veya kesine yakın bildiklerimiz hâliyle çok sınırlıdır. Dolayısıyla tarihçilerin varsayımlar geliştirmeleri ve spekülasyonlarda bulunmaları kaçınılmaz oluyor. Bu durumun getirdiği bir iyi yön varsa tartışmaların bitmeyip canlı kalmasıdır.

Aşıkpaşazâde ve Neşrî gibi kaynaklarda Osman ve komşuları olan Rum tekfurlar arasındaki ilişkiler üzerine yazılanları “gören” ve bunların ima ettikleri üzerine kafa yoran, daha önceki nesillerden kalan klişeleşmiş hükümlerle yetinmeyerek ilerlemiş yaşlarında bile yeni görüşleri dile getiren merhum hocamıza olan hayranlığım baki. Yalnız, eşyanın tabiatı gereği, üstelik bu tür kaynak sorunları olan oturuşmamış konularda, farklı düşündüğüm noktalar da çok. Bunlardan bazıları, aslında sözünü bile etmeye gerek olmayan türden, herkesin yapabileceği mekanik hatalardan kaynaklanıyor. Mesela, bu “Osman I” maddesinde, “Neşrî’nin kaydına göre Bilecik fethi Dündar’ın katlinden öncedir” notu var ki Neşrî tam aksini söylüyor ama böyle bir rivayet olduğunu da belirtiyor. Karışıklık, sanırım buradan kaynaklanmış. Basit bir zühul diyebiliriz.

Öte yandan, tartışmanın genel gidişi açısından kıyas kabul etmeyecek denli önemli konularda da farklı düşündüğüm oluyor. Mesela, İnalcık, Ertuğrul’un, I. Alaeddin Keykubat (1220- 1237) döneminde Söğüt’e geldiğini kabul etme eğilimindedir. Bunu neden sorunlu bulduğuma daha önce değinmiştim; nasıl olur da başta kardeşi Dündar Bey olmak üzere Ertuğrul’la birlikte 1230’ların başında Söğüt’e gelen yoldaşları, Osman’ın 1290’ların sonlarındaki gaza faaliyetlerine katılabilirlerdi? Hızlıca geçiyorum.

Ama İnalcık’ın, yukarıdaki “haraçgüzâr Rumlar” ifadesi üzerinde biraz durabiliriz. İnalcık, “Osman I” maddesinde Osman’ın önce iyi geçindiği, müdârâ hâlinde olduğu sonra da kasabalarını fethettiği tekfurların Selçuklu ve/ya Selçuklu- İlhanlı egemenliğini tanıdıklarını, hatta Selçuklu’ya haraç ödediklerini birkaç kez vurguluyor:

“Bizans ile sınır Bilecik’te başlıyordu. Sultanöyüğü ile Bilecik arasındaki uç bölgesinde yerli tekfurlar Selçuklu sultanını tanıyor ve bölgede yaylak ve kışlakları olan Türkmenler ile barış içinde yaşıyordu”.

(…)

Selçuklu sultanının haraçgüzârı Bilecik tekfuru bölgedeki diğer yerli tekfurlar üzerinde en güçlü olanıydı. Bilecik tekfuru Selçuk-İlhanlı egemenliğini tanıyordu. Âşıkpaşazâde’nin kaynağına göre ilk zamanlarda Osman da ona ‘mudârâ’ gösteriyordu. (…) Osman’ın aşireti sürüleriyle Söğüt- Domaniç arasında göç ederken Bilecik tekfurunun himayesine muhtaçtı, İnegöl ovasında sürüler tarım topraklarını çiğnediği için İnegöl tekfuruyla aralarında başından beri düşmanlık vardı. Osman’dan armağan alan Bilecik tekfuru Osman’ı koruyordu.”

Bilecik tekfuru (ve daha başkaları) Selçuklu egemenliğini tanıyorduysa ve Osman’ın Bilecik tekfuruyla ilişkisi “bir çeşit bağımlılık” idiyse, o zaman Osman’ın, Bilecik tekfuruna bağlı olmakla birlikte yine de Selçuklu sistemi içinde kaldığını ve tabii ki son kertede Selçuklu sultanına bağlı olduğunu savunabiliriz. İnalcık, Osman ve halkıyla Rum tekfurların barış içinde yaşamalarını, her iki tarafın da Selçuklu egemenliğini tanımasıyla açıklamak istemiş gibi görünüyor. Fakat İnalcık’ın söylediklerinden çıkarılabilecek böylesi bir yaklaşımda çeşitli sorunlar görüyorum.

İnalcık’ın Bithynia ucunda bazı Bizanslı tekfurların Selçuklu sultanına bağlı olduğu görüşü aslında Osmanlı kroniklerine dayanıyor. Âşıkpaşazâde, Ertuğrul’un, Rum’a ilk geldiğinde Selçuklu sultanından yurt isteyip almasını anlatırken, Sultan Alaeddin’i kastederek, “Sultan Öninün ve Karaca Hisar’ın tekfüri muti‘ idi” diyor. Anonim Osmanlı Kroniği ise “Karahisar tekürü ve Bilecük tekürü Sultan Alâaddin’e mutî‘ olup haraç verürler idi” ifadelerini kullanıyor. Bu ifadeler aynen Oruç’ta da bulunuyor.

Bu üç kaynaktan, Oruç Bey, Sultan Alaeddin’in ölümüyle yerine oğlu Gıyâseddin’in geçtiğini söylediği için kastettiğinin I. Alaeddin olduğunu anlıyoruz. Anonim’de hangi Alaeddin olduğuna dair hiçbir sarahat, hatta ipucu yoktur. Âşıkpaşazâde’de ise hem Ertuğrul’la hem de Osman’la çağdaş olan bir Alaeddin vardır. Bu ikisinin birbiriyle aynı olup olmadığı belli değildir ama Osman ile Karacahisar’ı fethetmeye teşebbüs eden Alaeddin’in, geriye dönmesine neden olan “Bayıncar Tatar”a yapılan göndermeden dolayı III. Alaeddin olduğu düşünülebilir.

Neşrî ise her zamanki gibi kendinden önceki Osmanlı kroniklerinde bulduğu kayıtları Selçuklu ve genel İslâm tarihi bilgisiyle tutarlı bir hâle getirmeye çalışarak daha ayrıntılı açıklamalar yapıyor. Ertuğrul’a Söğüt- Domaniç yörelerini yurt olarak veren Selçuklu sultanının I. Alaeddin Keykubat olduğunu açıkça ve vurgulayarak söylüyor. “Ve ol vakıt Karaca-Hisar feth olunmamışdı. Ammâ Karaca- Hisar’la Bilecik Sultan ‘Alâ üd-Dîn’e itaat iderlerdi. Ol taraflar uc idi” diyor. Ona göre, Karacahisar’ı birinci kez olmak üzere fetheden Ertuğrul Gazi imiş.

Referanslar böyle. Sorunlu noktalara gelince, evvela, bu kadar batıdaki Bizans yerleşim birimlerinin Selçuklu egemenliğini tanıdıkları bilgisi tabii ki Osmanlı kroniklerinden başka kaynaklar, mesela Selçuklu ve Bizans kaynakları tarafından da teyide muhtaç bulunuyor. İşin doğrusu, ben, Laskarî İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu zamanlara denk gelen I. Alaeddin’in saltanatı sırasında, başkent İznik’e bu kadar yakın Doğu Roma kentlerinin, 1237’de ölen bu Selçuklu sultanının egemenliğini nasıl kabul edip haraç verdiklerini göremiyorum. Bir an için bunun mümkün olduğunu varsayalım, bu muhayyel itaat ve haraçgüzârlık ilişkisinin Osman’ın çağdaşı olan III. Alaeddin (1298-1302) dönemine kadar 60 yıldan fazla nasıl devam edebildiğini ise hiç anlayamıyorum. Selçuklu- İlhanlı merkezî otoritesinin iyice dibe vurduğu III. Alaeddin’in saltanatında, Anadolu’nun her tarafında çeşitli beylikler ortaya çıkmışken, sultanın Müslüman kentlerden vergiyi düzenli toplayamadığı bir zamanda, sınırlarının dışındaki Bizans kentleri mi haraç verip itaat ediyormuş?

Kaldı ki, I. Alaeddin zamanında haraç veren Karacahisar ve Bilecik’in III. Alaeddin / Osman zamanında da bu haracı aynen vermeye devam ettikleri şeklindeki bir varsayımı Neşrî’nin dediklerini dikkate aldığımızda bile yapamayacağımız anlaşılıyor. Neşrî, çok açık bir şekilde Karacahisar’ın daha sonra I. Alaeddin’in ölümüyle Müslümanlar elinden çıktığını yazıyor çünkü… Ona göre, Karacahisar’ın ilk fethiyle Bilecik’in fethi arasında 70 yıla yakın bir süre geçmiş. Haydi, Eskişehir’e sadece 7 kilometre mesafede olan Karacahisar’ı bir miktar ayrı tutalım ve Selçuklular veya onların yerel yöneticileriyle iyi geçinmek durumunda olduğunu varsayalım. Sonuçta, Karacahisar’ın Bizanslılardan değil Müslüman bir güçten fethedildiğini ileri süren Rudi Lindner gibi araştırmacılar da var. Peki, bütün kaynakların ilk kez 1299’da Osman Bey tarafından fethedildiği hususunda anlaştığı Bilecik’in, hem de çok perişan bir zamanlarında, Selçuklulara itaat edip haraç vermesi için ne gibi bir sebep bulunuyordu? Neşrî’ye göre, I. Keykubat’ın ölümüyle bir kez fethedilen Karacahisar bile itaatten çıkmışken, hiç fethedilmeyen Bilecik neden muti olup haraç vermeliydi?

Maalesef, İnalcık, Osmanlı kroniklerindeki bu çok zayıf ve tutarsız referanslara dayanarak Bilecik’in Selçuklu haraçgüzârı olduğunu söylemekle kalmıyor, Selçuklu egemenliğini kabul etmiş olarak varsaydığı bölgeyi batıda İnegöl’ü ve doğuda Göynük’ü kapsayacak şekilde iyice genişletiyor:

“Bizans’tan Batı Anadolu topraklarını fetheden diğer beyler gibi Osman Gazi de 687-699 (1288-1299) döneminde, Selçuklu sınırları içinde haraçgüzâr tekfurlar elinde bırakılmış bölgeyi Karacahisar’dan Bilecik-Yenişehir’e kadar egemenliği ve kontrolü altına alarak birçok şehir ve kaleye hükmeden bir bey durumuna geldi. 1288-1299 döneminde Osman, Selçuklu sultanına haraç ödeyen yerel tekfurları (Göynük, Gölpazarı, Bilecik, Yenişehir, İnegöl, Yarhisar tekfurları) ortadan kaldırdı, daha sonra doğrudan doğruya Bitinya’da Bizans imparatorluk topraklarına karşı gazâ faaliyetine başladı.”

Bu sayılan yer isimlerinin zaten Bithynia’da bulunması bir yana, Osman’ın niçin Selçuklu’nun egemenliğini kabul etmiş, haraç ödeyen yerleri fethetmeye başlayarak beyliğini kurmaya giriştiğini anladığımı söyleyemem. Osman, Selçuklu’ya itaat eden yerler üzerinde mi savaş ve egemenlik hakkını” (orijinal metinde huruç) kullanmak istemiş? Bu kasabalara ve kentlere bu kadar geç bir dönemde egemenliğini tanıtacak ve oralardan vergi alacak kadar güçlü bir Selçuklu- İlhanlı merkezi veya otoritesi var idiyse, Osman açısından bu bir problem olmaz mıydı? Selçuklu- İlhanlı merkezi kendi haraçgüzârlarına saldıran Osman’a tepki göstermez miydi?

Erken Osmanlı rivayetini içeren kroniklerin, Ertuğrul / Osman ve Selçuklu otoritesi arasında çok iyi ilişkiler olduğunu, mesela Osman’ın “son” Selçuklu sultanı Alaeddin’in oğlu yerinde olduğunu söylemeleri, Alaeddin’den Osman’a bağımlılık (veya bağımsızlık) alametlerinin gönderilmesinden bahsetmeleri siyasî meşruiyet kaygılarıyla belki anlaşılır şeylerdir. Fakat bugün bu rivayetleri kabul etmek, kabul etmekle kalmayarak Selçuklu otoritesini sadece Osman’a değil, Osman’ın ilişkide olduğu Rum tekfurlara da teşmil etmek, Osman ve yerli tekfurlar arasındaki ilişkileri Selçuklu bağımlıları arasında yer alıyormuş gibi göstermekten öte, bilinen tarihî gerçekliklerle de uyumlu görünmüyor. Bunların en temeli, Ertuğrul ve halkının Selçuklu veya Selçuklu- İlhanlı otoritesinden kaçarak yani Selçuklulardan bağımsız olmak için Bithynia bölgesine geldiğidir.

Osman’ın, Bilecik ve diğer kasabaları fethedişi öyküsünü Anonim ve Oruç Bey bir cümleyle, çok kısa ve kuru olarak anlatıyorlar. Düğünler, davetler, pusular, karşılıklı hileler, halk rivayetlerinden fırlamış aldatmacalar içeren bu hikâyeyi, en erken Osmanlı geleneğini iyi koruyan Âşıkpaşazâde ayrıntılı olarak aktarıyor. Neşrî ise ondan aldığını yeniden işliyor ve Bilecik tekfuruna ve genelde Bizans’a karşı huruç etmiş bir Osman portresi çiziyor.

Bitmez ama haydi hikâye başlamış olsun. Osman Bey’in dostu ve “has nökeri” Harmankaya tekfuru Köse Mihal, düğün yapmak ve kızını Falanoz / Göl Falanoz/ Göl Kalanoz beyine vermek istemiş. Büyük hazırlıklardan sonra çevresindeki tekfurlara okuyucu (davetçi) göndererek şunları söylemiş:

“Düğüne gelün. Ve hem Osman’la bilüşün ki size âkıbet anunla âşinalukdan faide vardur. Ve bu cem‘iyet anunla bilişmeğe sebebdür. Türkün sahib-i hurûcıdur. Anun şerrinden size emin olmaya tarikdür.”

E, anlaşılan Osman da davetliymiş… Âşıkpaşazâde ise işin içine hiç hurucu filan karıştırmadan Mihal’in davetini basitçe, “Gelün! Bu Türk ile âşina olun kim anun şerrinden emin olasız” diye aktarıyor. 13. Yüzyıl siyasî düğünleri ve Osman’ın Bithynia sosyetesiyle tanışma macerasıyla devam edeceğiz.

18-09/29/ekran-resmi-2018-09-29-233612-1538253492.png

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
4 Yorum