Hatıralar denizindeki Lorca’nın çobanları...
Öyle zamanlar olur ki, özellikle de gençlik yıllarınızın hatıralarına bir şey olacak diye yüreğiniz titrer, kimseler dokunmasın diye kalbinizin en müstesna yerinizi onlar için ayırırsınız. Benim için geçmiş yılların en güzel anları koyun çobanlığı yaptığım günlerdir. Okullar yaz tatiline girdiğinde koşarak köye gider, koyunlarla birlikte tabiatın muhteşem derinliğine bırakırdım kendimi...
İspanyol şairi Lorca’nın şiirlerini okuyarak koyun gütmesini, Aragon’un “Elsa’nın gözleri” şiiriyle koyunların, keçilerin çıngıraklarını aynı rüzgarda buluşturmayı severdim.
Yeryüzüne saplanmış hançerler gibi ufuk çizgisini parçalayan dağlar, baş döndürücü uçurumlar, yüce ve yabanıl kayalıkların dibindeki o köyde, yani Karyağmaz köyünde “dünyanın en güzel yeri”ni hiç merak etmemiştim o zamanlar.
Dünyanın en güzel yeri neresidir bilen var mıdır acaba? Belki de bu, tek tek insanların “dünya” denen alemden ne anladıklarıyla doğrudan bağlantılı bir sorudur. Eğer dünyaya soluk kesici bir Rio fotoğrafından bakıyorsanız, “dünyanın en güzel yeri” gümüş parıltılarla uzayıp giden gölgesiz kumsallar ve Rio’nun yüreğine bir bıçak gibi saplanan Guanabara Körfezi’nin labirentimsi kıyılarıdır.
Kimine göre, kadınların puslu havalarda çekilmiş, gamlı birer kısa film şeridi gibi gelip geçtiği Paris’in Şanzelize bulvarından görünen dünya, “dünyanın en güzel yeri”dir.
Kimine göre ise, San Marco Meydanı’ndan Büyük Kanal’a doğru havuzun içindeki paralar gibi ışıl ışıl kadınların aktığı Venedik’tir.
Ne bileyim ben, belki de duyabilenler için içlerinde hâlâ binlerce kölenin çığlıklarının yankılandığı Kahire’nin piramitleridir...
Kimbilir belki de kimileri için, küresel kapitalizmin kalbinin attığı, baştan çıkarıcı bir New York dünyanın en güzel yeridir.
Belki de bunların hiçbirisi değildir... Sadece, bir bayram sabahında duvarlarında Mimar Sinan’ın kalbinin attığı muhteşem Süleymaniye’ye başını dayamış bir İstanbul dünyanın en güzel yeridir.
Belki de bir şair için bunların hepsi dünyanın en güzel yeridir.
Şimdi tam burada, şiirlerimin en dip köşesinden bir pencerenin yanına oturup, mevsimlerin dönüşüne ve “dünyanın en güzel yeri”ne bakmak istiyorum.
Bunun için de tekrar tekrar Lorca’nın, Aragon’un, Neruda’nın, Yahya Kemal’in, Necip Fazıl’ın ve Sezai Karakoç’un şiirlerini okuyorum.
Sonbaharın kışa dönüştüğü şu günlerde zamanın kısa aralığından ne zaman mevsimlerin dönüşüne bakmak istesem, Aragon’un söylediği gözlerle, yamaçlarda meleyerek beni çağıran kuzuların sesi geliyor aklıma. Galiba “kaliteli zamanlar”da, şiirle kadınların, Lorca okuyan bir gençle koyunların yolları hep aynı mevsimlerde kesişiyor.
Pablo Neruda, Lorca için şöyle diyor: “Bir gitar kadar neşeli ve hüzünlü, bir çocuk kadar berrak ve derindi. Birileri yılmadan, ülkenin her köşesini adım adım dolaşarak, bir kurban, sembolik bir kurban bulmak için inceden inceye araştırsaydı, İspanya’nın özünü, tezcanlılığını ve derinliğini temsil eden Lorca’dan başkasını bulamayacaktı.”
Şu günlerde, gençlik yıllarımda beni hiç yalnız bırakmayan Lorca’nın şiirlerini tekrar okumak bana iyi geliyor.
ÜÇ NEHİR ÜSTÜNE KÜÇÜK BALAD
/Akar Guadalkuivir
Portakal ve zeytin bahçelerinin gölgesinde
Senin iki nehrin Granada
Düşer karlardan, vadilere
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Guadalkuivir kıvrımlarında
Yanar tutuşur nar çiçekleri
Akar nehirlerin Granada
Bir kanla, gözyaşıyla öteki
Ah sevda
Karıştı rüzgâra
Sevilla’da zarif
Yollar açılmıştır yelkenlilere
Senin nehirlerinde Granada
İniltilerdir yüzen sade
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Guadalkuivir? Çan kulesi
Ve rüzgâr, limon bahçesinde.
Dauro, Genil, ölü kilisecikler
Nehirlerin denize kavuştuğu yerde
Ah sevda
Karıştı rüzgâra
Sular taşıyıp götürürler mi
Çürüyen acının ateşlerini?
Ah sevda
Geri gelmez bir daha
Endülüs, portakal çiçeği alır
Ve zeytin dalları, denizlere
Ah sevda
Karıştı rüzgâra/