Mutluluk butonu

Hava soğuk ama siyasal coğrafya oldukça sıcak.

Sıcak ne kelime, kaynıyor. Suikastlar, iç savaşlar, çatışmalar, anlaşmalar, gizli anlaşmalar, almalar-satmalar zihinde mecal bırakmıyor.

Sarsılıyorsunuz. Bu sarsıntıyı daha özümsemeden, kendinize gelmeden yeni ve daha büyük, daha ‘olmaz’ denilen bir sarsıntı daha gerçekleşiyor. Ve bu bitmiyor.

Bazan içinizde, yalnızca size ait olduğunu zannettiğiniz kişisel ruh coğrafyanızda yaşıyorsunuz sarsıntıları. Bazan orada da kızılca kıyametler kopuyor. Eğer şanslıysanız bir hemderdinize ucundan açıyorsunuz bazı şeyleri, o da yoksa içinizde ufala ufala gözden kayboluyorsunuz. Yahut içinizde büyüye büyüye dışınıza çıkıyorsunuz.

İnsanın düşünsel mekanizmasının butonları yok.

Acı çekme butonunu kapatıp, hayata öylece devam etmek, yahut mutluluk butonuna basıp mutlu olmak...Daha neler.

Bazı başlangıçlar ve bitişler için elimizden gelen her şeyi yapsak da bir şeyin değişmediği durumların içinden biteviye geçen canlılarız. Sonuç yok, çok istesek de. Hep bir “iyi günler ileride annane” durumu. Oysa bir zamanlar bize ‘ileri’ olan ne kadar çok mesafeyi geride bıraktık değil mi?

Çocukken camdan bakınca gördüğümüz ufuklara varamadık yine de.

Kar. Ateş. Kurşun. Ölüm.

Başka kelimeler de var lûgatlarda.

Bahar, umut, durmadan açan güller.

Ne dedin, koşup giden atlar mı dedin?

Bazan konuşamazsın, bazan duyamazsın. Yine de bitmeye ve başlamaya başlar bir şey.

Yıldızlar, sedir ağaçları ve çocuklar

Üç yaşındaki bir çocuğa ölüm hakkında bilgi vemek ne müşkil iştir. Üstelik ölen kişi, çocuğun annesi olursa! Böyle bir travma sonraki yıllarda insanı nasıl etkiler? O da ayrı bir mesele.

...

Efendim, bendenizin meslek mazisi attar dükkanı gibi. Bu dükkanın raflarında neler yok ki: Psikologluk, senaristlik, reklamcılık, siyasi kampanyalar, isim babalıkları, batık takvimcilik, kitap makastarlığı, korsan köşe yazarlığı (üstad Peyami Safa’ya rahmet diliyorum)...

Yıl 1980. İstanbul’da, Anadolu yakasındaki bir devlet hastanesinde psikolog olarak görev yapmaktayım. Birden siren sesleri duyuldu. İki ambulans peşpeşe acil servisin önünde durdu. Sedyeler inerken, minicik bir kız çocuğu çarptı gözüme. Üç yaşlarında. Hani kedi yavruları masanın kenarına patileriye sımsıkı tutunurlar ya. Tıpkı onun gibi, elleriyle sedyenin demirine sımısıkı tutunmuş, sabit gözlerle sedyedeki annesine bakıyor, bakıyor, bakıyor...

Ağır yaralı anne hastanede 15 gün kadar kaldı ama ne yazık ki kurtarılamadı. Bu süre zarfında Aslı ismindeki bu sevimli kızcağız ve babasıyla dost olduk.

Annenin ölümünden bir yıl kadar sonra Aslı’nın babası çıkageldi. Yazlıklarına davet etti.

Başka konukların da olduğu güzel bir yaz gecesi dev bir sedir ağacının altındaki kameriyelerde sohbet ediyoruz. Etrafta çocuklar koşuşup oynuyorlar.

Bir ara “Kızım Keloğlan masallarına bayılıyor”sdedi Aslı’nın babası.

Seslendim: “Gel bakayım Aslı, yeni bir Keloğlan masalı öğrendim.”

“Gelmem! Sen buraya gel.”

“Niçin?”

Sedir ağacının dallarını, yapraklarını işaret etti:

“Annemin beni izlemesine engel oluyorlar.”

Şaşırdım... Sedir ağacı? Anne? İzlemek?

Babası açıkladı: “Komşu çocuklardan biri Aslı’ya demiş ki: Anneni melekler alıp götürmüş. Şu en parlak yıldız var ya, işte oraya! Oradan hep seni izleyip duruyor. Seni hiç yalnız bırakmayacak.”

Başımı yukarı çevirdim. Gerçekten de sedir ağacının dalları en parlak yıldızın bile görünmesini engelliyordu.

...

Aradan yıllar geçti. Aslı konservatuarda Türk musikisi eğitimi almaktaydı. Bir sabah telefon açtı. Babasıyla kavga etmişti yine.

“Yusuf amca, bestecilerin ve güftecilerin hayatlarını anlatan bir televizyon programı düşünüyorum. Rahmetli Münir Nurettin ve Ümit Yaşar’la başlasak...Yardımcı olur musun?”

“Niçin onlarla başlamayı düşünüyorsun?”

‘Bilmiyorum, belki de babamla her darıldığımda kendimi yapayalnız hissedip, annemi özlediğim için. Böyle durumlarda aklıma hemen Münir Nurettin’in o ünlü bestesi geliyor. Ümit yaşar Oğuzcan’ın bir şiirinden bestelemiş. Hani şu duygulu şarkı: Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın! “

...

TRT denetimcisi Mehmet Tülüce’ye telefon açıp danıştım.

Tülüce: “Bana sorarsanız Ümit Yaşar’ı gündem dışı tutun. Merhum, kamuoyunda alkol tutsağı olarak biliniyordu. TRT ilkeleri, vs.”

Proje böylece başlamadan sona erdi.

Neyse, Aslı şimdilerde iki çocuk sahibi bir ev hanımı. Babasıyla da artık kavga etmiyor. Ailece tasavvuf müziğine merak sarmaya başlamışlar. Mutlu bir yuvası, nurtopu gibi iki çocuğu var. Çocuklarından erkek olanının adı Ali.

Diğerinin adı ise Yıldız!

YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum