Türkiye dinden uzaklaşıyor mu?
Ak Parti iktidarının dindarlığın kredisini düşürdüğüne dair bir galat-ı meşhur var. Muhalifler açısında da siyasi olarak kullanışlı bu söylem bir hayli kabul gördü. Lafı fazla uzatmadan konuya girelim. Ak Parti iktidarının İslam’a karşı olan ilgi ve güveni düşürdüğü iddiası sosyolojik ve teolojik gerçeklere uymayan bir palavra. İslam’a olan ilginin ya da İslam’ın artık eskisi gibi kutsiyet zırhına bürünerek tesis ettiği dokunulmazlığın ortadan kalkmaya başlamasının nedeni Ak Parti değil, muhafazakarların boyutlarını, mahiyetini ve etkisini bir türlü kavrayamadıkları kentleşmedir. Buna, maruz kalınan sekülerleşme adını da verebiliriz.
Eğer bir suçlu aranacaksa bu Erdoğan ya da Ak Parti değil sosyolojinin bizzatihi kendisi. İslam anlayışı Türkiye’de hiçbir zaman insanların kent yaşamına uyum sağlayacağı pratik ve ahlaki çözümler üretmekle meşgul olmadı. Çoğu taşra kökenli kanaat önderlerinin, İslam diye anlattığı, korumacılık ve içine kapanmayı vaz eden anlatılarını, değişmez İslami hükümler gibi kabul etmek büyük bir yanılgı. Kent yaşamının yani sekülerleşmenin kaçınılmaz dayatmalarına karşı yeni bir duruş geliştirmek yerine, kent yaşamında geçerli olması mümkün olmayan taşra ahlakı getirildi.
İslami kesimin entelektüelleri de eserlerinde aralıksız vurguladıkları yabancılaşma, modernleşme, öz ile olan bağları koparma vs. gibi kavramlara, getirdikleri abartılı romantik yorumlarla mevcut taşralaşma sürecine bilinçli ya da bilinçsiz katkı sundu. Şu anda kaybolan, anlamını kaybeden İslam değil, tam da bu taşra anlayışıdır.
***
Maruz kalınan seküler dalganın tarihi ve evrensel boyutunu sağlıklı ve dürüst şekilde tartışmaktan uzak kanaat önderleri, bizi ve değerlerimizi yiyip bitiren bir Batı canavarı yaratarak, insanları günün sonunda taşralılığı kutsayan ideolojik bir açmaza mahkum etti. Batı’yı sorgulamak yerine Batı’yı lanetlemek elbette daha konforlu.
Bu teolojik arka plan, Müslümanların kent yaşamında aidiyet hissi geliştirme ve yaşama değer katma gibi bir özgüven oluşturmasını engelledi. Dini gruplar, topluma uyum sağlayacak ve elbette tüm kesimler için çözüm olacak reçeteler geliştirmek yerine, toplumun tüm kesimlerine kendi etik anlayışlarını dikte ettirmek gibi çılgın bir ideolojik saplantının esiri oldu. Hiçbir cazibesi ve mantığı olmayan bu davranışın ahlak ilkesi gibi sunulması ve algılanmasına karşı, bu karşılaşmayı yaşayan birinci neslin çocukları ve torunları artık bir aidiyet hissetmemeye başladı. Bunun nedeni, İslam’ın değer ya da anlam kaybetmesi değil, İslam diye sunulan taşra ahlakının hayatta (şehirde) karşılığının olmaması.
“İçtihat kapısı kapandı” palavrası ile İslam’ın yüz yıllardır süren tabi gelişim ve seyrinin önünü kesenlerin, yüzyıllar öncesi verilen fıkhi hükümlerle tesis etmeye çalıştığı dini otorite artık sınırlarının sonuna geldi. İnsanların İslam’a olan saygı ve güveni üzerinden otorite tesis eden kanaat önderlerinin pervasızlığı, bu saygıyla toplumsal statü kazanan din adamlarının sorumsuzluğu artık tahammül edilemeyecek noktada.
***
“Toplumda deistlik ateistlik artıyor, insanlar artık camiye gitmiyor, diyanete, cemaatlere ve kanaat önderlerine olan güven hızla düşüyor” diye yakınarak bu tabii sosyolojik dönüşümü lanetlemek yerine dinin toplum hayatındaki rolünü ön yargısız sorgulamaya başlamamız gerekir. Yüzyıllar önce verilen ve kendi dönemleri için vizyoner ve çağdaş kabul edilebilecek hükümlerin artık toplumsal bir karşılığı yok. Bu İslam’ın artık söyleyecek bir sözü olmadığı anlamına gelmez. Sadece olan bitenleri hâlâ yüzyıllar öncesinin hükümleri ile anlamlandırmakta ısrar ettiğimiz anlamına gelir.
Köyden kente göçlerin başladığı 1950’li yıllardan beri, kent yaşamını şeytanlaştırmak yerine Müslümanların kentlerde özgüvenle yaşayabileceği bir anlayış geliştirmek gerekiyordu. Bu başarılamadı ve garip bir kent dindarlığı anlayış gelişti. Hâlâ kent yaşamının temel davranışları fıkhen haram olarak kabul ediliyor. Bu yapı takva değil riyakarlık doğuruyor ve bunun ağır siyasi ve toplumsal sonuçlarını çok açı bir şekilde yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz.
Siyasi bir sorun yaşamıyoruz, sosyolojik bir kırılma yaşıyoruz. Toplumsal kırılmaları teolojik zırvalarla geçiştirme lüksümüz de artık kalmadı. Yaşadığımız sosyolojik dönüşümü mantıklı ve sağlıklı olarak anlamlandırmaya sadece muhafazakarların değil, Türkiye’deki tüm kesimlerin ihtiyacı var.
