Sonuçtan sebep devşiren bir toplum
İnsan aklının en temel reflekslerinden biri “neden” diye sormaktır.
Bir şey olduğunda, onu neyin tetiklediğini bilmek isteriz.
Bu, sadece merak değil, varoluşsal bir ihtiyaçtır.
Çünkü “anlam”, neden-sonuç zincirinde filizlenir.
Nedensellik (causality), yani birbiriyle bağlantılı olaylar arasında düzenli bir ilişki (illiyet) varsayımı, bu arayışın çekirdeğidir.
Felsefede “nedensellik”, olaylar arasında zorunlu bir bağ olup olmadığı tartışmasıyla şekillenir.
Aristoteles, nedenleri dört tipe ayırarak (madde, form, fail, ereksel) evreni açıklamaya çalışmıştır.
Hume, bu bağın zorunlu olmadığını, sadece zihinsel bir alışkanlık olduğunu savunmuştur.
Kant, Hume’a yanıt olarak, nedenselliğin tecrübeden değil, zihnin dünyayı düzenleme biçiminden kaynaklandığını söylemiştir.
Yani, nedenselliğin kaynağı dış dünyanın yapısında da, zihnimizin kurgusunda da aranabilir.
Nedensellik meselesi bir entelektüel gevezelik mevzuu değildir, doğrudan hayatımızı ilgilendirir.
Çünkü nedensellik olmadan bilim, hukuk, etik ya da dil anlamını yitirir!
Bilim, deneye; deney, “aynı nedenin aynı sonucu vereceği” varsayımına dayanır.
Hukukta, “suçun faili” nedensellik zinciri takip edilerek bulunur.
Etikte, sorumluluk ancak eylemin sonuçlarıyla ilişkiliyse anlam taşır.
Lisan, nedenselliği hem taşır hem üretir.
“Çünkü”, “bu yüzden”, “binaenaleyh” gibi kelimeler sadece cümleleri bağlamak için kullanılmaz; bunlar dünyayı bir ilişkiler ağı olarak algılamamıza yardım eder.
Wittgenstein’ın dediği gibi, dilin sınırları düşüncenin sınırlarıysa, nedenselliği dilde kurma biçimimiz, dünyayı nasıl anladığımızı belirler.
Nedensellik olmadan rastlantı hüküm sürer; dünya mantıksız ve anlamsız bir gürültüye dönüşür.
Ama özellikle bizim coğrafyamızda garip bir hal söz konusu!
Ortaya çıkan sonuçların, onları doğuran sebeplerle ilgisiz olduğuna inanan çok kimse var.
Sanki bir tür ters nedensellik içindeyiz: Sonuçtan yola çıkıp, ona yakışacak bir sebep uyduruyoruz.
Mesela üniversite sınavında herhangi bir bölüme girebilecek kadar puan alamayan bir öğrenci, başarısızlığının yeterince çalışmamış olmasının bir sonucu olduğunu reddediyor. “Kısmet değilmiş” diyor!
Müteahhit demirden çalmış, deniz kumuyla bina yapmış, denetim zayıf kalmış, kaçak katlara göz yumulmuş… Küçük bir sarsıntıda bina yıkılıyor, sevdiklerini yitiren depremzede “Takdir böyleymiş” diyor.
İyi yönetilmeyen, formsuz futbolcularla sahaya çıkan, taktiksel olarak hazırlıksız bir takım hezimete uğruyor; taraftar “Şansımız yaver gitmedi” diyor.
Nedensellikte doğal olarak “neden/sebep”, “sonuçtan” önce gelir.
O yüzden “sebep-sonuç ilişkisinden” bahsedilir.
Fakat bizde pek çok insan sanki daha ziyade “sonuç-sebep ilişkisine” inanıyor gibi görünüyor!
Sonuca bakıp, o sonucu doğurması akıllarına en çok yatacak sebebi seçiyorlar.
Buna teleolojik (ereksel) düşünme deniliyor: Sonuçtan yola çıkıp geriye doğru bir gerekçe kuruyorlar.
Mesela rakip parti iktidara geldiyse, bu sonucu açıklayacak uygun bir sebep buluyorlar: “Onları dış güçler getirdi!”
Ama kendi partileri iktidara gelirse o her şeye karar veren dış güçlerin esamesi okunmuyor.
Sevdikleri biri çok zengin olduysa, geniş imkânlara kavuştuysa, bu sonucu yine meşreplerine uygun bir sebebe bağlıyorlar: “Namazını hiç aksatmadı ya, Allah onu rızıklandırdı.”
Ama Allah’ın ibadetlerini daha sıkı yapan milyonlarca insanı neden aynı şekilde ödüllendirmediği sorusu, zihinlerinde hiç belirmiyor.
Çünkü onların dünyasında nedenler sonuçları doğurmuyor; sonuçlara nedenler bulunuyor.
Burada akıl yürütme duruyor, akılla meşrulaştırma, makul mazeretler/bahaneler üretme başlıyor.
Gerçeklik tersine çevriliyor, düşünme refleksi yerini inanç konforuna bırakıyor.
Böylece, düşünmek, hatalarının sorumluluğunu yüklenmek, olumsuzlukların sorumlularından hesap sormak yerine, başına gelenlere mazeretler bulan bir toplum ortaya çıkıyor.
Nedenleri sonuçlardan önce düşünmeyi öğrenmek zorundayız.
Çünkü sonuçlardan sebep devşiren bir akıl, düşünmez, sorgulamaz, sadece bahane üretir.
Nedenleri inkâr eden zihinler, sonuçlara mahkûm olmaktan kurtulamaz.
