Çin’in başarısı: Devlet aklı, piyasa gücü ve yolsuzluğa sıfır tolerans
20. yüzyılda özel mülkiyetin bulunmadığı, devletin tüm üretim araçlarını kontrol ettiği, kapalı sosyalist bir düzenle yönetilen Çin; tarıma dayalı ve düşük verimli ekonomik bir yapıda, dış dünyadan büyük ölçüde izole ve kitlesel yoksulluk içinde yaşıyordu.
90’ların başında, Deng Xiaoping’in liderliğindeki reformlarla ülke köklü bir dönüşüm sürecini başlattı. Tek bir küresel markasının bulunmadığı ve kişi başına milli gelirin sadece 300$ civarında olduğu (Türkiye’de 3.800$) o dönem, dış ticaret çok cılızdı, teknoloji üretimi son derece sınırlıydı ve özel girişim neredeyse hiç yoktu.
2024’de ise Çin; kişi başına yaklaşık 13.000 dolar gelir seviyesine ulaşmış, dünyanın en büyük ihracatçısı olmuş, yapay zekâdan batarya teknolojisine, uzay çalışmalarından elektrikli araçlara, nükleer enerjiden hızlı trenlere kadar birçok stratejik alanda küresel öncülerden biri haline gelmiştir. Huawei, BYD, CATL, Alibaba ve TikTok gibi markalarıyla sadece üretim değil, inovasyon ve küresel marka değeri açısından da sistem kurucu bir ülkeye dönüşmüştür.
Bu devasa sıçramayı, tek başına ekonomik girişim özgürlüğüne dayalı Batı tipi serbest piyasa modeliyle ya da klasik sosyalizmle açıklamak mümkün değil. Çin’in modeli ne tam serbest piyasa ekonomisidir, ne de klasik devlet sosyalizmidir. Ülkenin kalkınması; “devletin yönlendirici gücü” ile “piyasa mekanizmalarının” belirli bir çerçevede bütünleştirildiği “hibrit bir modele” dayanır. Sağlanan başarı, “devletin stratejik aklı” ile “piyasa enerjisi”nin bütünleşik bir modelle buluşmasının sonucudur.
Bu modelin şu ilkelere dayandığını söyleyebiliriz:
-Devletin yatırımcı, stratejist ve denetleyici rolü,
-Piyasa mekanizmasının kontrollü entegrasyonu,
-Kamu kaynaklarının verimli, hedef odaklı ve israfı önleyecek şekilde kullanımı,
-Stratejik yatırımlarda, yüksek proje verimliliği ve güçlü altyapı başarısına dayalı hızlı ilerleme,
-Yolsuzlukla mücadelede “sıfır tolerans” yaklaşımı,
-Uzun vadeli planlama ve aşamalı reformlarla yürütülen pragmatik dönüşüm.
Çin modelinin pratikteki en önemli özelliği, “mutlak serbest rekabeti” değil, “kamu yararına dönük, yönlendirilmiş ve denetimli rekabeti” esas almasıdır.
Çin’de devlet yalnızca düzenleyici değil; aynı zamanda yatırımcı, finansör, altyapı sağlayıcı ve stratejik yönlendiricidir. Devlete ait şirketler; enerji, altyapı, ulaşım, savunma gibi temel yatırım alanlarında piyasanın ana aktörüdür. Aynı zamanda devlet bankaları, projelere finansman sağlama konusunda merkezi rol oynar. Bu yapı sayesinde büyük projeler hızla tamamlanır, planlama bütüncül şekilde yürütülür ve kamu kontrolü sağlanır.
Devlet her alanda doğrudan oyuncu değildir. Özellikle teknoloji, elektronik, e-ticaret, yazılım, lojistik, moda, içerik üretimi gibi sektörlerde özel girişimler hakimdir. Bu sektörlerde devlet daha çok çerçeve çizen, etik ve güvenlik normlarını belirleyen bir denetleyici olarak yer alır. Böylece sistem hem girişimciliği teşvik eder, hem de kamu kontrolünü elden bırakmaz.
Ülkenin kalkınmasında kilit rol oynayan özellikle büyük altyapı projeleri, enerji yatırımları ve stratejik endüstriyel üretim tesisleri, temelde kamu girişimlerinin lokomotifliğinde yürütülse de bu alanlarda özel sektör firmaları da devletin kontrolünde yatırımcı ve yüklenici olarak devreye girer. Ancak buralarda ihale süreçleri görünürde rekabete açık olsa da, işler pratikte “devletin stratejik öncelikleriyle uyumlu” firmalara yönelir. Bu uyum; “teknik yeterlilik,” “geçmiş başarılar,” “yerel bağlar” ve en önemlisi “siyasi güven” kriterleriyle ölçülür.
Bu model, Batı’daki gibi mutlak rekabet ve sınırsız serbestlik değil, “devlet aklıyla senkronize edilmiş girişimciliğin” öne çıkmasına yol açar. Amaç “en düşük fiyat” değil, “en yüksek stratejik uyum”dur. Böylece projeler gecikmeden, koordineli biçimde tamamlanabilir.
Teoride son derece tutarlı görünen bu “yönlendirilme esaslı ve kontrollü” modelin, pratikte rasyonel işlemesi, dejenere edilmemesi ve kamu yararına sonuç vermesi; önemli ölçüde, sistemi işletenlerin etik dışı yollara sapmamaları ve kendilerine çıkar sağlama arayışına girmemeleriyle sağlanabilir. Yani “eksik rekabet” düzeninin başarısı; ancak kayırmacılığa, yolsuzluğa ve haksız zenginleşmeye geçit vermeme şartına bağlıdır.
Bu hayati gereklilik, Çin’de nasıl sağlanabiliyor?
İnsan zaafının olduğu her yerdeki gibi, Çin’de de bürokratların ya da siyasi yöneticilerin ellerindeki kamu gücünü kendi lehlerine kullandıkları yolsuzluk vakaları olduğu biliniyor. Ancak burada önemli olan, yolsuzlukların varlığı değil, sistemin buna nasıl tepki verdiğidir.
Çin, bu noktada oldukça güçlü, sistematik ve ısrarcı mekanizmalar geliştirmiştir. 2012 sonrası Xi Jinping yönetiminde başlatılan ve “kaplanları da sinekleri de yakala” (yani hem büyük vurguncuları, hem küçük avantacıları yakala) sloganıyla anılan yolsuzlukla mücadele kampanyası, bu sürecin temel taşını oluşturmuştur. Bu kapsamda, 10 yıl içinde yaklaşık 4,5 milyon kamu görevlisi disiplin soruşturmasına uğramış; birçok politbüro üyesi, bakan, eyalet valisi ve general gibi üst düzey yetkili, soruşturma ve davaların ardından müebbet hapis veya idam cezalarına çarptırılmıştır.
Çin’deki “yolsuzluğa sıfır tolerans” yaklaşımı, sadece devlet otoritesinin tepeden inmeci denetim uygulamaları ve hukuki yaptırımlarının değil, aynı zamanda toplumsal meşruiyetin de bir sonucudur. Çünkü Çin’de “kamu görevini suistimal ederek zengin olmak” sadece devletin idari ve cezai norm düzenine aykırı bir tutum değil; aynı zamanda toplumsal onura, ahlaka ve kamu vicdanına yönelik bir ihlaldir. Dolayısıyla yolsuzlukların önlenmesinde, hukuki denetim mekanizmaları ile sosyal vicdanın gözetim ve denetim gücü birlikte işler.
Haksız ve usulsüz kazanç yoluyla şahsi zenginleşme, sistemin bütünlüğüne tehdit oluşturduğunda, sistem kendi refleksiyle bu tehditi bertaraf eder. Çin halkı, haksız yollarla zenginleşen kamu görevlilerine veya onlarla iş birliği yapan müteahhitlere karşı geniş çaplı bir sosyal tepki geliştirir. Lüks içinde yaşayan bürokratlar, çocuklarının israfı, gösterişli düğünler ya da mal varlıklarındaki ani artışlar, sosyal medyada hızla yayılır ve bunlara yönelik sert bir “kamuoyu baskısı” oluşur. Yolsuzluğa bulaşanlar, sadece hukuki müeyyidelerle değil, toplumsal düzlemde de “ahlaki olarak” aforoz edilirler.
Bu tepkilerin doğmasında, Çin kültürünün temelinde yer alan “Konfüçyüsçülük,” “Daoist sadelik,” “Legalist kuralcılık” gibi normatif değerler önemli rol oynar.
“Konfüçyüsçülükte” yönetici, örnek ahlaki davranışın taşıyıcısıdır; zenginleşmeyi değil halkın refahını öncelemelidir. Daoizm, gösterişten ve açgözlülükten uzak durmayı kutsar. Legalizm ise tüm bireylerin yasaya eşit şekilde uymasını vurgular.
Ayrıca Çin kültüründe “mianzi” (yüz/sosyal onur) kavramı son derece önemlidir. Yolsuzlukla anılan bir kişi yalnızca kendi itibarsızlığıyla kalmaz; ailesini, atalarını ve ait olduğu çevreyi de utanca sürükler. Bu nedenle Çin’de kamu gücünü kötüye kullananlar yalnızca devlete karşı suç işlemiş olmazlar, aynı zamanda “topluma ve kültürel değerlere de ihanet etmiş” sayılırlar.
Unutmayalım ki Çin, nüfusunun %60’ı ateist ve dolayısıyla herhangi bir öte dünya inancına sahip olmamasına rağmen yolsuzluğa geçit vermeyen böyle bir sistemi başarabilmiştir.
Şimdi kendimize dönelim ve nüfusunun %90’ından fazlası Müslüman olan, “öte dünyanın” var olduğu ve dünyada işlenen günahlardan ahirette hesap verileceği inancının bulunduğu Türkiye’nin bu konudaki durumuna bakalım.
