Dijital çağda farklı kuşaklar, farklı zamanlar
Fizik yasalarının kusursuz ve aksaksız işlediği dünyada, doğumumuzla ölümümüz arasında yaşadığımız anların toplamına hayat; bu anların akışını, hızını ve değişim çizgisini algılama ve anlamlandırma biçimimize “zaman” diyoruz.
Günler, haftalar, aylar, mevsimler ve yıllar birbirini kovalıyor.
Biz bu sürekliliği, “zaman akıp gidiyor” ya da “ömrümüz geçiyor” diye ifade ediyoruz.
Oysa akıp giden, bizden bağımsız ve harici bir zaman değil; tabiatın kesintisiz sürekliliği içinde, biyolojik, fiziki ve zihinsel faaliyetlerle doğumdan ölüme kadar sürdürdüğümüz sınırlı hayat vademizin akış serüveni…
Dışımızdaki doğal hayat, varlığımıza bağlı olmaksızın aynı düzen içinde sürerken; biz, hayatı, olayları, toplumsal ilişkileri ve maddi süreçleri her dönemde farklı biçimlerde anlamlandırıyoruz. Tabiata müdahale etme biçimimiz, kullandığımız araçlar, eşya ile kurduğumuz ilişki, üretim yöntemlerimiz, üretimden elde ettiğimiz sonuçlar, hayat tarzımız ve hayata bakışımız zaman içinde sürekli dönüşüyor. Bu dönüşüm, toplumsal ilişkilerimizi, kurduğumuz düzenleri ve birlikte yaşama biçimlerimizi de belirliyor.
Bu değişim çizgisinin, kronolojik akış içinde belirgin kırılmalarla ayrıştığı; belirli dünya tasavvurunun, üretim ve ilişki biçimlerinin nisbeten süreklilik kazandığı dönemleri; geleneksel çağ, modern çağ, postmodern çağ ya da bilgi çağı gibi isimlerle adlandırıyoruz. Tüm bu ayırımlar; zamanla, tabiatla ve kendi varlığımızla kurduğumuz ilişkinin farklı evrelerini tanımlama çabasından doğuyor.
Sanayi çağı, kabaca geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinde, iki kutuplu dünya düzeninin çökmesi ve küreselleşme sürecinin başlamasıyla birlikte sona erdi. Ardından bilgi ve iletişim teknolojilerinin doğduğu, modernliğin kesinlik ve ilerleme iddialarının sorgulandığı, kısa bir ara dönem olarak postmodern çağı yaşadık. 90’lardan itibaren, İnternet devrimi, dijitalleşme ve ağ toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte; üretim, iletişim, zaman ve mekân algısının köklü biçimde dönüşüme uğradığı, üretimin ve gelişmenin sanayi merkezli modern paradigmadan farklı olarak bilgiye ve dijital teknolojilere dayandığı yeni bir çağa, “bilgi çağına” girdik.
Mevcut nüfusumuzun “medyan” (ortanca) yaşı 33 civarında…Yaşları 55’in üzerinde olan kuşak, sanayi çağının son evresinde doğdu; çocuklukları önemli ölçüde geleneksel unsurları taşımakla birlikte modern toplum düzeni ve zihniyet yapısı içinde şekillendi. 30–50 yaş aralığındaki kuşak, gençliğini modernliğin çözülmeye başladığı ve postmodern geçişin belirginleştiği bir dönemde yaşadı. 25 yaşın altındaki kuşak ise bilgi çağının tam içinde doğdu; düşünce ve zihin dünyaları bilgi teknolojilerinin ve dijitalleşmenin yaygınlaştığı, İnternet ve sosyal medyanın toplum hayatına tamamen hakim olduğu bir ortamda şekillendi.
Bu üç kuşak, tarihi süreklilik çizgisinin aynı evresinde bir arada yaşıyor. Ancak düşünce yapıları farklı çağların zihniyet ikliminde şekillenmiş olduğu için zamanı, mekanı ve hayatı algılama biçimleri; maddi dünyaya, olaylara, toplumsal ve ekonomik süreçlere bakış açıları birbirinden belirgin biçimde farklılaşıyor.
-55 yaş Üstü Kuşak:
İleri yaştaki insanları da kapsayan bu kuşak, beklemenin, sürecin ve emeğin anlamını ve değerini biliyor. Buradaki insanlar, zamanı ve süreçleri yavaş yaşıyorlar. Dijital çağın anlık hızına, parçalı dikkat gereğine ve sanal ilişkilerin doğallığına uyum sağlamakta zorlanıyorlar. Anlık iletişimi “acele” ve “yüzeysel” buluyor; iletişim araçları, sinyaller ve akıllı sistemlerden gelen çoklu uyaranlara maruz kalmayı başlıbaşına bir stres kaynağı olarak görüyorlar. Mekan algıları somut ve gerçek olup, dijital ilişkileri “eksik” ya da “gerçek dışı” hissediyorlar.
Gündelik hayatlarında ve sosyal ilişkilerde örf, adet ve gelenekler önemli ölçüde belirleyicidir. İnsanlar arasındaki bağlar güçlü; ilişkiler uzun soluklu ve derindir. Ev, mahalle ve işyeri gibi mekânlara aidiyet kimliğin bir parçasıdır. Eşya kullanılır ve saklanır; kolay kolay atılmaz.
-30-50 Yaş Arasındaki Kuşak:
Bu kuşak, hem analog hem dijital dünyayı tanıyor. Buraya ait insanlar, yüz yüze ilişkinin ve ortak mekânın değerini bilirken, dijital araçların sağladığı kolaylığı da benimsiyorlar. Ancak, bu çift yönlü tecrübe; zamanın bölünmesi, sürekli bir yerlere yetişme hissi ve derinlik kaybıyla birlikte bir iç gerilim üretiyor. Yüzeyselliği eleştiriyor ama ondan bütünüyle kaçamıyorlar.
Geleneksel ilişki biçimlerinin anlamını korumaya çalışırken, dijital hayatın gerektirdiği hareketliliği ve değişkenliği de kabulleniyorlar. Hem yüz yüze sohbeti özlüyor; hem de huzursuzluk duysalar da insanlarla bir aradayken telefona sık sık bakma ikileminden kurtulamıyorlar.
-25 Yaş Altı Kuşak:
Bu kuşağın yeni teknolojilere ve değişen trendlere uyum refleksleri oldukça güçlüdür. Aynı anda farklı sosyal çevrelerde var olabilmeyi mümkün kılan çoklu kimlikler edinme becerileri yüksektir. Bilgiye ulaşma konusunda yüksek özgüven taşıyor ve gerekli kaynaklara hızla erişebiliyorlar.
Zaman onlar için çoğunlukla ölçülebilen, doldurulması ve tüketilmesi gereken bir akış olarak değerlendiriliyor ve tecrübe ediliyor. Bekleme, bu kuşakta doğal bir sürecin parçası olmaktan çok, verimsizlik ya da kesinti olarak algılanıyor. Sürekli uyaranlara maruz kaldıkları dijital çevrede, sessizliği; konuşma, paylaşım ya da etkileşimle telafi edilmesi gereken bir eksiklik gibi hissediyorlar.
Bu kuşakta, ilişkiler hızlı kuruluyor ve benzer bir hızla çözülebiliyor. Uzun süreli bağlar kurulması bir sorun olarak addediliyor. Mekân, hafıza taşıyan bir zemin olmaktan ziyade geçici bir fon gibi algılanıyor. Bu nedenle, dışarıdan durağan görünen misafirliklerde veya dostluklarda birlikte geçirilen sessiz anlar, kalıcı bağlar kursa da; bu kuşak tarafından çoğu defa “boşa geçirilen zaman” hissiyle ifade ediliyor. Geçici gözle bakılan ve moda eğilimlere uygunluğu ölçüsünde anlam taşıyan eşya; hatıra değeri taşımıyor ve kolayca değiştirilebiliyor.
Bu üç farklı kuşak, hiç birimize yabancı değil.
Aynı ya da farklı evlerde; dede veya nine, anne veya baba ve onların kız ya da erkek torunları olarak üç kuşağın oluşturduğu, belki bizim de bir üyesi olduğumuz aile yapısı, bize bu gerçekliği somut bir biçimde anlatıyor. İster aynı evde otursunlar, ister zaman zaman bir araya gelsinler; aralarında fiziki beraberlik olsa da, kendi gündelik hayat ritimleri içinde, kendilerine özgü araç ve meşgaleleriyle farklı zihin ve anlam dünyasında yaşadıklarını (yaşadığımızı) sürekli tecrübe ediyoruz.
Bu genel gerçekliğe ters, çağın baskın akışına bütünüyle eklemlenmeyen; farklı dönemlerin maddi ve kültürel ögelerini ve sosyal ilişki formlarını aynı anda bir arada yaşatabilen herhangi bir istisnai örnek olabilir mi.
Elbette olabilir.
İşte size bir örnek:
15 Aralık 2025 günü Türkiye’nin bir kentinde (Malatya’da) kayda alınmış, 2–3 dakikalık gerçek zamanlı bir “misafir ağırlama” anını gösteren video*:
Bu, yalnızca gündelik bir sahne değil; bizleri zaman, hayat, ömür, çağ ve zihniyet üzerine düşünmeye ve köklü sorgulamalara davet eden çarpıcı bir örnek...
Görüntülerde hiçbir şey kurgu değil. Mekân, eşya, insanlar, davranışlar ve ilişkiler bütünüyle gerçek ve fiilen yaşanan bir hayatın parçası…Ancak tam da bu nedenle, görüntüler, izleyicide güçlü bir yabancılaşma hissi oluşturuyor. Neden? Çünkü yaşanan tablo, içinde bulunduğumuz dijital çağın normlarına, standartlarına, biçimlerine, modasına, hayat anlayışına, aktüel kültürüne ve zihniyet yapısına bariz bir biçimde ters düşüyor.
Videoda görünen oda; kullanılan eşya ve dekorasyon unsurları, tek bir dönemin saf temsili değil; Anadolu’daki geleneksel hayatımızın 1930’lardan 90’lara, hatta günümüze uzanan farklı aşamalarından izler taşıyor. Etnografik bir alan, bir müze ya da nostaljik bir dekor olarak tasarlanmayan bu mekânda; bütünüyle fiili, gerçek ve sahici bir hayat yaşanıyor.
Günümüzde gerçekleşse de, izleyicide “başka bir zamana bakıyorum” hissi uyandıran bu sahnelerde neler görüyoruz:
-Dijital çağın hız ve kesintilerle biçimlenmiş “parçalı zamanına” karşı; süreklilik ve tekrar üzerinden işleyen ve yavaş yaşanan bir zaman tecrübesi,
-“Anı tüketmek” için değil, “zamanı taşımak” için var olan eşya (uzun ömür, tamir edilebilirlik, kullanımın izleri)
-“Gösterim” için değil, “devamlılık” için (birikim, nostalji, hafıza) oluşturulmuş bir mekân,
-“Eşitlenmiş modern nezaket gösterisi” değil; rol, hiyerarşi ve saygı kodlarıyla işleyen bir ilişki düzeni (gelin–misafir–büyüklere saygı)
-“Aktüel gündeme” ve “trend konulara dair” değil; hayatın anlamı ve gelip geçiciliği gibi irfan ve hikmet içerikli sözlere dayanan bir sohbet akışı…
Bu bir “zaman sıçraması” mı? “
Hayır?
Bu, tarihin sürekliliğine ters düşen anakronik bir tablo…Güncel zamanda, güncel normlara ve formlara ters düşen ögeler, insan profili, ilişki biçimleri ve sözler.
Sergilenen tablo, adeta bugünün içinde kurulmuş bir “zaman adası” (heterokroni).
Bu “ada,” modernleşmenin, kentleşmenin, tüketim kültürünün ve dijitalleşmenin baskın olduğu zaman aktüel zaman rejimine rağmen, başka bir ritmin korunabildiği bir “mikro-evreni” sergiliyor.
Anakronik görünen, yalnızca eşya ve dekor değil. İnsanların oturuşu, kalkışı, beden dili, giyim tarzları, konuşma biçimleri ve ilişki düzenleri de bugünün aktüel yaşam tarzına ters düşüyor. Sergilenen ilişki düzeninde; rol bilinci, aile hiyerarşisi, saygı ve kanaatkârlık gibi kavramların hâlâ canlı olduğu bir zihniyeti açık bir biçimde görebiliyoruz.
Sergilenen tablo, elbette bizi geçmişe saplanmaya ve geçmişin formlarını idealize etmeye değil; bugünü yeniden düşünmeye ve radikal bir sorgulamadan geçirmeye davet ediyor. Zamanı hızlandırırken anlamı, hayatı kolaylaştırırken derinliği, çıktıları çoğaltırken bağları zayıflatıp zayıflatmadığımız sorularını önümüze koyuyor.
Belki bir yerlerde yanlış yapıyor ve farkında olmadan bir şeyleri kaybediyoruz.
Belki de mesele, hangi çağda yaşadığımızdan ve hangi maddi standartları yakalayıp yakaladığımızdan çok; zamanı, hayatı, eşyayı, mekânı ve insani ilişkilerimizi nasıl sürdürmemiz gerektiğinin farkına varamayışımızdır.
(*) Video, Alişan Hayırlı tarafından kayda alınmıştır.
