Ekonomide “metabolik sendrom” ve “çoklu sistem yetmezliği”
Son 60 yıldır, her 7-8 yılda bir döngüsel krize girmek, neredeyse Türk ekonomisinin temel karakteristiği haline geldi.
Geçmişteki 1-2 yıl sürenlerden farklı olarak 4-5 yıl gibi uzunca bir süredir içinde yaşamakta olduğumuz son ekonomik krizin ortaya çıkardığı tablo; hızla artan ve %80’lere kadar yükselen tüketici enflasyonu, temel gıda ve barınma maliyetlerindeki sert yükseliş, Türk Lirası’nın tarihi değer kaybı, işsizlik oranlarının yüksek seyrini koruması ve sanayide daralan kapasite kullanımı gibi çok sayıda gösterge üzerinden somut biçimde izlenebilmektedir. Bu bağlamda, döviz kuru sürekli yükselme eğilimi göstermiş, Merkez Bankası rezervleri ciddi şekilde erozyona uğramış, cari açık artmış ve hanehalkı gelirleri enflasyon karşısında ciddi oranda erimiştir.
Hükümet ise bu süreçte, krizle mücadele kapsamında temel politika tercihlerini, faiz oranlarının %50’lere kadar arttırılması, vergi oranlarının yükseltilmesi, dolaylı vergilerin yaygınlaştırılması, Kur Korumalı Mevduat gibi geçici finansal araçlarla dövizin kontrol altına alınması ve sıkı maliye politikası tedbirleri eksenine oturtmuştur. Uygulanan programda kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi, zorunlu kamu tasarrufu adımları, gelir vergisi dilimlerinin yükseltilmesi, ÖTV ve KDV artışları gibi önlemlerle bütçe açığını kapatma hedeflenmiş; finansal piyasalarda ise yüksek politika faizi ve kademeli faiz artışlarıyla sıcak para girişinin teşvik edilmesi amaçlanmıştır. Ancak bu tedbirler, uygulamada daha çok iç tüketimi daraltma ve vergi yükünü artırma şeklinde kendisini gösterirken, üretim ve ihracat kapasitesini artırmaya dönük somut yapısal reformlara gerektiğince yer verilmemiştir.
Zaman zaman hastalığının seyri ve temel semptomlarının ağırlaşması nedeniyle hastaneye kaldırılarak yoğun bakıma alınan, burada belli bir süre yakın gözetim altında, kendisine serum verilip solunum cihazı ve diyaliz makinesi gibi hayat destek ünitelerine bağlandıktan sonra semptomlarında görülen nisbi iyileşme sonucu taburcu edilerek normal hayatına döndürülen kronik rahatsızlık sahibi bir hasta düşünelim. Türk ekonomisinin, belli periyodlarla faiz, döviz ve enflasyon oranları başta olmak üzere temel göstergelerde ortaya çıkan yüksek artışlar nedeniyle hükümetlerce ağır önlemler içeren “ekonomik krizle mücadele” programlarına tabi tutulması; belli sürelerde programa titizlikle uyulmasının ardından göstergelerde elde edilen nisbi iyileşme sonucu, uygulanmakta olan önlemlerin gevşetilmesi veya kaldırılmasıyla tekrar eski işleyişine döndürülmesi arasında şaşırtıcı bir benzerlik bulunmaktadır.
Bu döngünün her kriz döneminde neredeyse aynı şekilde tekrar etmesi, inkâr edilemez bir gerçeği ortaya çıkarıyor: Türkiye’nin yaşadığı ekonomik bunalım, sadece enflasyonun çift haneli, hatta üç haneli rakamlarda seyrettiği, işsizlik oranlarının iki haneli rakamlardan aşağı düşmediği, faiz oranlarının %60’lara kadar yükseldiği akut kriz dönemleriyle sınırlı değildir. Temel göstergelerdeki aşırı artış hızının frenlendiği ve ekonomik işleyişin hassas bir denge üzerinde sürdürüldüğü ara dönemler, “yalancı bahar” benzeri geçici ve aldatıcı iyileşme dönemlerinden ibaret olup Türkiye, aslında geçmişten beri birikerek gelen yapısal sorunların ağırlaştırdığı kronik bir bozulma sarmalının ve yetmezliğin içinde yaşamaktadır.
Sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal, siyasi ve idari yapıdaki sorun ve aksaklıklarla doğrudan bağlantılı olması itibariyle “sistemik” bir kriz niteliği taşıyan bu süreç; insan vücudunun sağlığını kaybetme ve çöküşe sürüklenme mekanizmasıyla şaşırtıcı bir paralellik göstermektedir. Tıpkı insan vücudunda sağlıksız hayat tarzı tercihleri, uzun vadede damarların, kalbin, karaciğerin ve böbreklerin yavaş, ama ilerleyici şekilde bozulmasına yol açıyorsa; Türkiye ekonomisinde de yanlış makro politikalar, üretimden uzaklaşma, inşaat odaklı büyüme, israfçı yatırımlar ve aşırı borçlanma ile başlayan bozulma zinciri, zaman içinde ülke ekonomisinin tüm temel göstergelerinde kalıcı ve çoklu fonksiyon bozukluklarına yol açmış bulunmaktadır.
İnsan metabolizmasının temel ve hayati organlarında ciddi sağlık sorunlarının bir arada bulunması olarak tanımlanan “metabolik sendrom,” genellikle fazla kilo ve yüksek tansiyon gibi önemsiz görülen semptomlarla başlar. Ancak sağlıksız alışkanlıklar değişmediği sürece bu durum insülin direncine, tip 2 diyabete, damar sertliğine, beyin kanamasına, kalp hastalıklarına, kalp yetmezliğine ve çoklu organ hasarına dönüşür.
Türkiye ekonomisinde de ilk aşamada büyüyen cari açık, artan ithalat bağımlılığı ve üretimdeki yapısal zayıflıkların köklü reformlarla temelden çözülmek yerine, bir taraftan basit yüzeysel politikalarla giderilmeye çalışılırken, diğer taraftan ithalat bazlı büyüme modeli, enerji ve ara malı bağımlılığı, düşük teknolojili üretim, artan dış borç ve sıcak para girişine dayalı finansman döngüsü gibi hatalı ekonomik tercih ve politikaların ısrarla sürdürülmesi tıpa tıp buna benzemektedir. Bunun sürdürülmesi halinde, ülke ekonomisinin işleyiş metabolizmasını oluşturan temel süreç ve mekanizmaların önce kendi içlerinde fonksiyon kaybı, sonra bir arada oluşturdukları bütünsel yapıda çoklu sistem hasarı ve genel çöküş tablosunun ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Bir ülkenin ekonomisi, işleyiş mantığı bakımından insan vücudunun biyolojik ve biyokimyasal süreçleriyle büyük ölçüde örtüşen, girift, bütüncül ve birbirine bağlı sistemlerden oluşur. Vücudun temel organlarında, biyolojik süreç ve mekanizmalarında ortaya çıkan fonksiyon bozukluğu ve yapısal sorunların, önce moleküler ve hücresel düzeyde başladığı, sonra kümülatif bir boyut kazanarak organ hasarına ve yetmezliğine ulaştığı biliniyor. Bunun gibi, mikro düzeyde bireysel ekonomik aktörlerin ve işletmelerin hatalı tutum ve tercihlerinden doğan kaynak israfı, verimsizlik, zarar ve iflasların zamanla sistemin bütününe sirayet etmesi sonucu genel ekonomik çöküşe yol açması da beklenen bir sonuçtur.
Kronik stresin ve çoklu hastalıkların vücutta bağışıklık çöküşüne yol açması gibi; ekonomide sürekli yaşanan krizler ve kronik şoklar, bağışıklık mekanizmasını (kriz tampon kapasitesini) zayıflatır. Sonuçta bir türlü tedavi edilemeyen, çoklu organ yetmezliği gibi, “çoklu sektör ve fonksiyonlar çöküşü” yaşanır.
Çözüm ise, vücuttaki metabolik sendromun yol açtığı kronik rahatsızlıkları, hayat tarzı değişikliğine gitmek yerine, sürekli ilaçla tedavi etme kısır döngüsünde olduğu gibi; yalnızca semptomları baskılamaktan değil, kök nedenlere inmekten ve onları ortadan kaldırmaktan geçmektedir.
Türkiye’nin ekonomik bağışıklık sisteminin yeniden inşası için aşağıdaki kritik adımlar zorunludur:
-İthalata bağımlı, tüketim esaslı ekonomiden; ihracat odaklı, üretim ekonomisine geçiş,
-Nitelikli, yüksek teknoloji esaslı, yüksek katma değerli üretim ve ihracat tabanlı büyüme modeli,
-Döviz kuru dengesini, Merkez Bankası rezerv satışına değil; ihracatın arttırılmasına, ithalatın ve enerji bağımlılığının azaltılmasına bağlamak,
-Harcamalarda tasarruf ve israftan kaçınılması,
-Enerji ve tarımda optimal, yerine göre maksimum kapasite kullanımı ve sürdürülebilirlik,
-Kamu maliyesinde disiplin ve vergi reformu,
-Bağımsız kurumlar ve güçlü hukuk devleti,
-Şeffaflık, hesap verebilirlik, hukuki öngörülebilirlik ve bağımsız yargı ile yatırımcı güveninin arttırılması,
-İstihdamda ve tüm üretim alanlarında, ehliyet ve liyakat sisteminin tartışmasız uygulanması,
-Eğitimde, bilim ve teknolojide kalite düzeyinin arttırılması ve beyin göçünün tersine çevrilmesi..
Bunlar sağlandığında Türkiye, ekonomik bağışıklığını güçlendirebilir, dış şoklara karşı direncini arttırabilir, gelir adaletini sağlayabilir, sürdürülebilir kalkınmayı başarabilir ve orta gelir tuzağından çıkarak yüksek gelirli ülkeler ligine yükselebilir.
