“Kumarbaz hakemler” skandalının gösterdiği vahim çürüme
Türkiye, son günlerde “bahis hesabı olan ve bahis oynayan hakemler” skandalıyla çalkalanıyor.
“Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu, 371 hakemin bahis hesabı olduğunu ve 152 hakemin aktif olarak bahis oynadığının tespit edildiğini açıkladı.”
Ardından da bu durumun Türkiye’de futbolun itibarını lekelediğine ve bahis oynayanlar hakkında gereken soruşturmaların başlatılacağına dair, yetkililerden peş peşe açıklamalar geldi.
Neresinden tutacaksınız?
3-5 kişi, 15 kişi gibi az bir sayı değil. Bahis hesabı açan ve oynayan toplam 371 hakem, Türkiye’de toplam 500 civarındaki hakemin neredeyse 4’de3’lük oranına tekabül ediyor.
Futbolun “alabildiğine kirli bir sektör” olduğu, herkesçe bilinen bir gerçek. Ama futbolun adaletini sağlayacak; futbolcular arasında hakkaniyetin ve centilmenliğin yaşatılmasını gözetecek hakemlerin, “kontrol ve sorumlulukları altındaki maçlar üzerinden kumar oynamaları,” skandaldan da öte bir şey.
Bu, varlık nedenlerine bütünüyle karşı olmak ve “kendilerini inkâr etmek” anlamına geliyor.
Bahisçi hakemlerin sayısı ve toplam hakemler içindeki oranından hareket ettiğimizde; bir çok meslekte benzer bir durumun var olduğunu tahmin edebiliriz. Bu vahim örneklem tabanı, Türkiyede ahlaki çürüme ve yozlaşma eğiliminin, sanıldığından çok daha yaygın ve derin olduğunu gösteriyor.
“Bahis oynayan hakemler,” aslında genel toplumsal ve kurumsal ahlaki çözülmenin bir belirtisi, yani “semptomudur.” Bu olay, bireysel bir ahlâksızlıktan öte, “değer sisteminin çözülmesi” olarak değerlendirilmelidir.
Durkheim’ın “kuralsızlık” (anomi) kavramı, tam olarak bunu açıklıyor:
Toplum, ortak değerler ve normlar etrafında düzenini korur; ancak hızlı değişim, bireysel çıkarcılık, ekonomik baskılar ve güvensizlik bu normları aşındırdığında “ahlaki pusula” kaybolur.
Bir ülkenin belli görevlerdeki insanlarının yaptıklarını düşünebileceğimiz yolsuzluk veya usulsüzlüklere dair en kötü senaryolar neler olabilir?:
-Hakem, yöneteceği maçın sonuçları üzerine kumar oynar.
-Hakim, karar vereceği davayı satar.
-Polis, yakalayacağı mafya ile işbirliği yapar.
-Doktor, gerekmediği halde ameliyat yapar.
-Bilir kişi, gerçeğe aykırı rapor düzenler.
-Vergi denetmeni, vergi kaçağını görmezden gelir.
Bu yollara neden tevessül ederler?
Daha fazla para kazanmak için…
Bu görevlerdekiler aç bilâç ve kuru ekmeğe muhtaçlar mı?
Hayır!
Allah bin bereket versin, yaptıkları iş karşılığında devletten yetecek kadar para veya maaş alıyorlar.
Paranın az olması ve yetmemesi, göreceli bir durum.
Kanaat ve göz tokluğu olmadıkça, hiç bir gelir veya maaş yetmez.
Demek ki bu tür sapmalar, paranın yeterliliği veya yetersizliğiyle ilgili değil.
Hırs, açgözlülük ve doyumsuzlukla ilgili bir şey.
Psikolog Albert Bandura, toplumda yaygınlaşan ahlaki çözülme süreçleri üzerine şunu söylüyor:
İnsanlar, yanlış davranışlarını kendi gözlerinde “mazur” gösterebilecek bilişsel gerekçeler bulur. Kişi, belli bir çıkarı elde etme hedefine odaklandığında, “zaten herkes yapıyor,” “benimki kimseye zarar vermez,” “maaş yetmiyor” gibi düşüncelerle kendi iç denetim mekanizmasını askıya alır.
Daha yüksek maddi standartlar ve daha konforlu bir hayat için, onurunu ayaklar altına almaya değer mi ?
Bu kişiler, uzaydan veya başka memleketlerden gelmediler. Hepsi içimizden çıkan insanlar; bizim yakınlarımız, tanıdıklarımız…
Demek ki sosyal dokumuzda; aile yapımızda ve eğitim sistemimizde ciddi sorun var.
Bunlar nerede ve nasıl yetiştiler?
Elbette biz yetiştirdik; aile ocaklarımızda, eğitim kurumlarımızda…
Kendilerine verdiğimiz yanlış telkinler, yanlış yol göstermelerle veya doğru istikametler ve düsturlar vermeyi ihmal etmemiz sebebiyle…
“Normatif uyum ve sosyal öğrenme” mekanizması ve bunun temelindeki dinamikler; bize, eğer bir toplumda “küçük yolsuzluklar normalleşmişse,” bu tür davranışların genç kuşaklarca bir model olarak öğrenileceğini söylüyor. Bu bağlamda “ahlaki sapma,” büyük ölçüde sosyal çevrenin yansımasıdır.
Meslek onuru ve bundan sağlanan itibar, eşsiz bir servettir.
Hiç bir dünyevi değer ölçüsüyle tartılamaz.
Kazanıldığında ve korunduğunda, kişi öldükten sonra bile yakınlarına hiç eksilmeyecek bir miras bırakır.
Kaybedildiğinde ise, geride kalanlarının başlarını öne eğdirecek bir leke oluşur.
Meslek onurunun ve mesleki ahlâk ilkelerinin korunmasına dair, tarihten hatırlanmaya değer iki örnek verelim:
Birisi, ilim adamlarının servet ve kudret sahiplerine karşı minnetsiz olmaları ve dik durmalarıyla ilgili…
Mısır Hidivi İsmail Paşa, Ezher Şeyhini (Ezher Üniversitesi rektörünü) ziyaret eder.
Paşa içeri girince, Şeyh ayağa kalkmadığı gibi, ayağını bile toplamaz.
Biraz sohbetten sonra, Paşa ayrılır.
Arkadaşları şeyhe çıkışırlar.
“Koca Paşa geldi, sen hiç kımıldamadın, bu yaptığın doğru mu?”
Şeyhin cevabı:
”Arkadaşlar, bir alim asla yalakalık yapmaz, yapmamalıdır..”
Sonrasında, Paşa da Ezher Şeyhine bir ders vermek ister. Bir adamıyla, bir kese altın gönderir.
Fakat görevli, altınıyla geri döner.
Paşa sorar:
”Altını niçin vermedin?”
”Almadı efendim..”
”Niçin?”
“Size selam ve hürmetlerini ve bir de şöyle söylememi iletti: ‘Elini uzatan, ayağını uzatamaz.”
Bir de yakın tarihten, onurlu bir meslek sahibinin “menfaat karşısında eğilmemesiyle” ilgili bir örnek:
Mesleğinde ilkeleri ve dürüstlüğüyle tanınan ünlü avukat Beryyer, beş parasız ölüm döşeğinde iken, kendisini ziyarete gelen genç avukatlar sorarlar:
“Üstad, zamanında ayaklarınızın altına hazineler serdiler; neden almadınız?”
Avukatın cevabı:
“Almam için eğilmem gerekiyordu.”
Sanırım, bunlar yeterince ders verici örnekler.
Ama ne yazık ki, toplumca bu örneklerden ilham almıyoruz.
Yaşadığımız “yaygın çürüme” tablosundan çıkarılabilecek sonuçlar:
-İlkelere ve kurallara bağlılık, ehliyet ve liyakat yerine; kişisel ilişkilerin, sadakat ağlarının ve çıkar temelli bağların öne çıktığı toplumlarda kurumsal ahlâk zayıflar.
-Toplumda “nasılsa dürüst olan kaybeder” duygusu yaygınlaşmışsa, insanlarda “sistem zaten bozuk, ben de kendi payımı alayım” şeklinde “ahlak dışı yönelimleri rasyonalleştirme” eğilimi gelişir.
-Ailede ve eğitim sisteminde yüksek kazanç, “başarının ölçüsü” olarak sunulursa, çocuklarda ahlaki değerler aşınır; her türlü beceri ve yetkinlik sadece para kazanmanın aracı haline dönüşür.
Toplumumuzda, ahlaki çürüme ve yolsuzluk kültürü o kadar yaygınlaştı ki; tüm sistemi, kurumları, kişileri ve ilişki ağlarını sarar duruma geldi.
Bunu, polisiye tedbirlerle, takip ve kovalama ile, cezai işlemler ve disiplin soruşturmalarıyla nihai bir çözüme kavuşturmak mümkün değil.
Bunlar elbette gerekli…Ama bu yollarla sorunu çözmeye kalkmak, sinekleri tek tek bertaraf etmeye benzer.
Bütüncül ve nihai çözüm için, soruna yol açan zemini, yani “bataklığı kurutucu” önlemleri almak lazım.
Şüphesiz, bu konuda en büyük görev, aileye ve eğitim kurumlarına düşüyor.
