Ortadoğu haritasının şekillenme süreci 120 yıldır devam ediyor
Tarihin başladığı yer ve uygarlıkların beşiği Ortadoğu; haritadaki gibi kimi düz çizgilerle, kimi doğal fiziki sınırlarla birbirinden ayrılan ülkelerden ibaret sıradan bir coğrafya değil…
Hemen yanıbaşımızdaki Suriye’de, Arap Baharıyla başlayan 15 yıllık iç savaşın 7 ay önce sona ermesi ve 20 gün gibi kısa bir sürede çöken Esad rejiminin şaşırtıcı bir biçimde Şara liderliğinde yeni bir siyasi yapıya evrilmesi, bölgesel dengeleri sarsıcı keskin bir dönüşümün önünü açtı. Bu hızlı değişimin oluşturduğu şok dalgaları sindirilmeden, yalnızca son birkaç gün içerisinde, İran-İsrail geriliminin doğrudan çatışmaya dönüşmesi ve hatta küresel düzlemde üçüncü dünya savaşı ihtimalini dillendirecek ölçüde alarm verici boyutlara ulaşması, yaşadıklarımızın sıradan diplomatik kırılmalar ya da bölgesel anlaşmazlıklar olarak değerlendirilemeyeceğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu bağlamda son 30 yıl içinde Lübnan Filistin, Suriye ve Gazze’de yaşanan olaylar zincirini ve özellikle İran-İsrail çatışmasını; tarihin sürekliliği çizgisinden, küresel güç dengeleri ve Ortadoğu’nun “jeostratejik kader haritası” perspektifinden nasıl okumalıyız?
Ortadoğu ülkeleri, doğal hayat döngüleri içinde kendi tarihlerini mi yaşıyorlar, yoksa başkalarının onlar için yazdığı bir senaryoda kendilerine düşen rolleri mi oynuyorlar?
Bugün şahit olduğumuz gelişmeler; ne kendiliğinden oluşmuş tesadüfi olaylar zinciridir, ne de yalnızca güncel politik aktörlerin iradeleriyle şekillenmiştir.
Haçlı Seferleri, Haçlı istilası ve Selahaddin-i Eyyübi’nin 1187’de Kudüs’ü fethinin ardından peş peşe gelen Moğol istilalarıyla kesintiye uğramış olsa da, Müslümanların yönetimi altında bulunan bölge; Yavuz’un Memlük hakimiyetini sona erdirmesinin ardından, “Osmanlı Barışı” (Pax Ottomana) altında, neredeyse 400 yıl süren dengeli ve istikrarlı bir çatışmasızlık süreci yaşadı. Farklı, din, dil, mezhep ve etnik kökenlerden gelen insanların belli bir siyasi çerçevede “çoklu kimliklerle uyum içinde birliktelik” yaşadığı bu sükunet dönemi, Birinci Dünya Savaşıyla birlikte sona erdi.
Birinci Dünya Savaşı, sadece küresel bir güç mücadelesi değil; aynı zamanda İngiltere ve Fransa’nın, özellikle İngiltere’nin uzun soluklu Ortadoğu hakimiyet doktrininin kodlarının yazıldığı ve şifrelerinin belirlendiği; bölgenin kadim sosyopolitik dokusunun dönüştürülmesi amacıyla başlatılmış, geniş kapsamlı bir “emperyal yeniden tasarım” projesiydi.
Bölgenin Kaderi ve Siyasi Coğrafya Tasarımının Mimarisi:
Savaşın galipleri, yeni dönemin aktörleri olarak, 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşması çerçevesinde, “siyasi harita mühendisliği” tasarımıyla sadece bölgedeki 16 ülkenin sınırlarını çizmek ve bayraklarını tasarlamakla kalmadılar; sınırların içinde yer alacak demografik toplulukları, kimlikleri ve siyasi yapıları da detaylı biçimde planlayarak kabaca 120 yıl öncesinden bugüne kadar süren mevcut Ortadoğu Düzeninin temellerini attılar.
Bu düzen, klasik sömürgecilikten çok daha karmaşık ve uzun vadeli bir işleyişe sahiptir. Doğrudan işgal ya da yönetimden ziyade, içeriden kontrol edilen siyasi yapılar, dış destekli iktidarlar, yapay sınırlar, mezhep temelli bölünmeler, sürekli kaşınabilir kriz alanları ve vekâlet savaşları üzerinden çalışan bir mekanizma kurulmuştur. Batılı güçler, özellikle İngiltere, Fransa ve daha sonra ABD; bu coğrafyada yalnızca fiziki alanları değil, halkların zihinlerini, devlet yönetimlerini ve kurumlarını da kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmişlerdir. Bu, askeri ve ekonomik müdahalelerin ötesinde, bir tür “zihin ve sistem kolonizasyonudur.”
20’inci yüzyılın başında, İstanbul ve Anadolu dahil olmak üzere Ortadoğu coğrafyasının topyekün planlanarak mutlak kontrol altına alınmasını, İngiltere için hayati derecede önemli ve vazgeçilmez kılan iki temel olgu vardı:
Bunlardan biri, Osmanlı’nın yalnızca siyasi ve fiili olarak değil, aynı zamanda tarihi ve hukuki meşruiyet zeminiyle birlikte, bir daha canlanmayacak şekilde tasfiye edilip uluslararası güç denkleminin dışına itilmesiydi.
Diğeri ise, Ortadoğu’nun, 20’inci yüzyılın başından itibaren küresel ekonomik rekabetin belirleyici unsuru niteliğindeki petrol rezervlerinin yoğunlaştığı bir bölge olarak, dünyanın birincil enerji havzası ve “jeoekonomik merkezi” haline gelmesiydi.
Bu bağlamda bölge, İngiltere’nin gözünde yalnızca eski bir Osmanlı hinterlandı değil, aynı zamanda yükselen güçlerin çevrelenmesi ve küresel güç hakimiyetinin pekiştirilmesi için kullanılacak bir jeopolitik müdahale ve denetim alanı olarak konumlandırıldı. Ortadoğu haritası, bu nedenle sadece cetvelle çizilmedi; aynı zamanda dışarıdan biçimlendirilmiş siyasi sadakatler, şartlandırılmış bilinçler, parçalı kimlik yapıları ve yönetilebilir kriz alanlarıyla donatılmış bir kontrollü istikrarsızlık düzeni olarak inşa edildi. Aynı etnik kökenden gelen halklar birbirine düşman hale getirilmiş, ortak inanç sistemleri farklı yorumlarla ayrıştırılmış, mezhepler yalnızca dini değil, siyasi kimlikler olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu strateji, sadece içerideki yönetimi değil, aynı zamanda devletler arası ilişkileri de kalıcı bir güvensizlik iklimine hapsetmiştir.
22 yıl önce Irak’ın üçe bölünmesi, bugün Suriye’nin parçalanması, Gazze’nin yerle bir edilmesi, İran’ın küresel ambargoya uğraması, Arap ülkelerinin İsrail ile birer birer normalleşme ve uyum sürecine girmeleri ve Türkiye’nin konumunun sürekli stratejik bir baskı ve sıkışma altında kalması; güncel politikaların veya kısa vadeli gelişmelerin sonucu değildir. Bunlar, yüz yılı aşkın süredir bölgeye dönük sistematik olarak sürdürülen, kontrollü istikrarsızlaştırma, kimlik mühendisliği, vekâlet savaşları ve “nüfuz alanlarının paylaşımı” projelerinin yeni aşamalarını temsil etmektedir. Bu kapsamda tüm olan bitenler, o zamanki coğrafi mimarinin günümüze yansıyan sonuçlarını, uzun vadeli hegemonya doktrininin günümüz şartlarındaki dinamik fazlarını ortaya koymaktadır.
Bölgede 15 yıl süren Suriye iç savaşının 20 gün içinde sona ermesinin ardından Şara yönetiminin iktidara gelmesi, esasen 1916’da Syke Picot çerçevesindeki ülkelerin sınırlarının çizilmesinden ve o dönemdeki yönetimlerinin işbaşına getirilmesinden farklı değildir. Bu nedenle bölgenin herhangi bir ülkesinde meydana gelebilecek, Suriye’de örneğini gördüğümüz türden bağımsız veya federatif, herhangi bir siyasi oluşum bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Tarihi sürekliliğin şaşmaz çizgisi ve sebep sonuç ilişkileri dikkate alındığında, Birinci Dünya savaşıyla temelleri atılan küresel emperyal düzen çerçevesinde, bölge haritasının şekillendirilme süreci devam ediyor. Günümüzde Gazze, İran, Suriye ve Yemen’deki çatışmalar; asırlık hegemonya planı kapsamında sürdürülmekte olan inşa sürecinin güncel aşamalarına işaret ediyor.














