Türkiye’nin okumuş insana ihtiyacı var mı?
Bu soruya kim “hayır!” cevabını verebilir?
Mutlak olarak, “Her hal ve şartta, her alanda, en ileri düzeyde okumuş insana ihtiyaç var…” denmesi gerekir, değil mi?
Eskiden okumuş insana şiddetle ihtiyaç vardı. Bugün ise hemen her alanda ve her düzeyde “okumuş insan fazlalığı “var.
Bunu “cahilliğe methiye” veya “cahilin ferasetinden medet umma” olarak anlamayalım. Ama her daldan ve uzmanlıktan üniversite, hatta yüksek lisans ve doktora diplomalı, kafası bilgi ile dolu; ancak ülkenin mevcut ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişmişlik düzeyinin taleplerine denk düşmeyen milyonlarca eğitimli insanın giderek büyüttüğü işsizler ordusu, bu acı gerçeği teyid ediyor.
Geçmişte Türkiye’de, koyu bir cehalet hüküm sürüyordu. Öyle ki, 1940’larda genel nüfus içinde okuma yazma bilenlerin oranı, ancak %30’lar seviyesine gelebilmişti.
O dönemlerde, toplumu cehalet karanlığından kurtarmak ve insanları ortalama düzeyde okuma yazma becerilerine kavuşturmak için; devletin kontrolünde, belirli süreli, planlı programlı, örgün ve kitlesel eğitime ihtiyaç vardı. Ancak bu konuda o kadar yavaş ve güçlükle mesafe alındı ki, 60’lara gelindiğinde lise mezunları halâ parmakla gösteriliyor; kalkınma için elzem olan teknik eleman ve mühendis kadrolarında çok ciddi yetersizlik çekiliyordu.
1975’de sadece 18 olan toplam üniversite sayısı, 2006’ya gelindiğinde 77’ye; daha sonra, küçük illerde de üniversite açılması ve vakıf üniversitelerinin hız kazanmasıyla 2025’de 208’e yükseldi. Bugün, üniversitesi olmayan hiç bir ilimiz kalmadı.
Sanayi çağında devletler; kitlesel eğitim sistemleri kurarak hem ekonomik üretim için gerekli işgücünü yetiştirmeyi, hem de ulus-devletin kültürel normlarını aktarmayı amaçlamışlardır. Eğitimli kitlenin nüfus içindeki oranının hayli düşük, bilgiye erişim ve öğrenme imkanlarının çok kısıtlı olduğu bu dönemde eğitim; standartlaştırılmış, uzun süreli, müfredat-temelli, sertifika odaklı, ekonomik ve toplumsal fırsatlara erişimi belirleyen bir “eleme ve konumlandırma mekanizması” olarak işlev görmüştür.
90’larda başlayan ve 2000’li yıllarda hızla yaygınlaşan bilgi ve iletişim teknolojileri, İnternet devrimi ve sosyal medya; insanın okula, öğretmene, kuruma ve müfredata bağımlılığını azaltan yeni bir “öğrenme ekosistemi” doğurdu.
Bilgi çağında, bilginin üretimi ve yayılımı köklü ve hızlı biçimde “merkezsizleşti.” İnternet devrimiyle birlikte, dijital içerik, açık erişim kaynakları, çevrimiçi dersler, sosyal medya platformları, yazılım programları ve mobil cihazlar; bilginin anonimleşmesini, kamusallaşmasını, hızlanmasını, maliyetinin sıfıra yaklaşmasını ve “sınırsız bireysel erişime açılmasını” sağladı.
Geldiğimiz noktada; bilgi artık bir kurum mülkü olmadığı gibi, okul da artık tek mecra olmaktan çıkmış ve “çoklu eğitim ekosisteminin” bir unsuru haline dönüşmüştür. Eğitim de belli bir yere ve zamana bağlı olarak programlanmıyor. Kişi, artık pasif bir alıcı değil, öğrenmenin aktif öznesi konumunda…Yapay zekâ ile birlikte öğrenme, artık insanın zihninde merkezleşen kişisel bir süreç hâline geldi.
Bilgi teknolojileri, İnternet, sosyal medya ve son aşamada yapay zekâ, eğitimin;
-Bina, kampüs gibi “mekâna ilişkin kurumsallığını,”
-Dönem, sınıf, ders saati gibi “zamana ilişkin kalıplarını,”
-Öğreten-öğrenen ilişkisine dayalı “hiyerarşik yapısını” dönüştürmüş; yerini birey-merkezli, hedef odaklı, “anda öğrenme” modellerine devretmiştir.
Öte yandan;
-Sosyal medya ve dijital kültür, toplumsallaşmayı okulun tekelinden alıp “ağ toplumuna” kaydırmıştır.
-“Yetkinlik temelli ekonomi” ve “platform kapitalizmi,” meslekleri hızla dönüştürdüğü için, uzun süreli örgün eğitimin işgücü üzerindeki belirleyicilik gücü zayıflamıştır.
-Devletlerin eğitim üzerindeki merkezi kontrolü, küresel bilgi akışının ve bireysel öğrenme pratiklerinin artmasına bağlı olarak ciddi ölçüde gevşemiştir.
Günümüz şartlarında, geçmişteki gibi okumuş insana neden ihtiyaç yok? Çünkü okumaktan kastedilen, geçmişte orta öğretimin ve üniversitelerin 12-16 senede kazandırdığı temel bilgi, beceri ve eğitim seviyesine; bugünün insanları, hayat ve yetişme şartları ve çevrelerini kuşatan teknolojik ekosistem ve iletişim ortamı gereği, bilgi çağının sunduğu alternatif kaynaklardan ve kanallardan, çok kısa sürede erişebiliyorlar.
Bu nedenle 12 yıllık zorunlu eğitim, ardından da çoğu kişi için 4 yıllık üniversite öğrenimi; artık insanları hayatın somut ve aktüel süreçlerinin dışında bırakan; yaşadığımız çağa hızlı, dinamik ve çok boyutlu hazırlanma ve uyumun gerektirdiği nitelik ve birikimleri edinmelerine fırsat vermeyen, kısır ve durağan bir “oyalanma evresine” dönüştü.
Artık, ortaokul eğitiminin, ilkokulda verilen bilgilerin; lise eğitiminin de ortaokulda verilen bilgilerin tekrarından ibaret olduğu 12 yıllık zorunlu eğitim süresince (18 yaşına kadar) sistemde kalan öğrenci; genelde bir yüksek liseden farkı olmayan üniversiteye giremediği veya üniversite sonrası işsiz kaldığı takdirde başka bir meslek, zanaat veya beceri kazanma fırsatını da kaybetmektedir. Sonuçta üniversite mezuniyeti ve yüksek lisansla birlikte 22-24 yaşına kadar süren bu “zaman ve mekân bağımlı” aşamalar, insan gücü kaynağımızın, beceri ve yeteneklerine göre uygun yaş aralıklarında, uygun alanlara yönlendirilmesini engelliyor.
Düşünün; ülkenin mevcut ekonomik kalkınma ve teknolojik gelişmişlik düzeyi, üretim modeli ve sanayi altyapısı; sizden üniversite mezunu istemediği halde siz habire üniversite mezunu yetiştiriyorsunuz. İş ve ticaret hayatı ve üretim sektörleri, sizden ara insan gücü, zanaat ve beceri sahibi kalifiye eleman yetiştirmenizi istiyor; siz aksine her yıl ellerine üniversite diploması verdiğiniz milyonlarca genci, işsizler kervanına katıyorsunuz.
Lise birinci sınıftan itibaren zorlu üniversiteye hazırlık süreci, 4 yıllık üniversite öğrenimi, ardından iş ve meslek sınavlarına hazırlık, yüksek lisans derken; ortalama 10 yılını piyasada karşılığı olmayan bir diploma uğruna harcamanın, “piyango ikramiyesi kazanmaktan farksız” kamuya girme şansına kavuşan mutlu bir azınlık dışında, genel mezunlar kitlesi için ürettiği sonuç, büyük bir hayal kırıklığından ibarettir. Çift üniversite diplomalı tezgahtarlar, iktisat-işletme mezunu kasiyerler, yüksek lisanslı gece bekçileri, öğretmenliğe atanamayan temizlik elemanları, şantiyelerde puantaj görevi verilen mühendisler, bu çarpık tabloyu yansıtan yaygın örneklerdir.
Üniversite diplomasını, yüksek bir ideal, bir “fetiş” haline getiren mevcut eğitim sistemimizin her yıl (üniversitelere kaydettiği ve masa başı iş beklentisiyle en değerli zamanlarını kafelerde öldürmelerine sebep olduktan verdiği milyonlarca mezun, ülke kaynaklarının heba edilmesine yol açıyor. Bunlar ayrıca,“devletin üniversiteyi bitiren herkesi istihdam etmesi gerektiği” algısını besliyor ve siyasi iktidarlar üzerinde “yeni memuriyet kadrolarının açılması” ve kamu istihdamını şişirme yönünde sürekli baskı uyguluyor.
Türkiyede “herkesi üniversite mezunu yapmaya yönelik” yüksek öğretim politikasının akıl dışı ve ülke gerçeklerine ters düşen yapısını, bu konuda yaklaşık aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya’nın durumu ile karşılaştırarak ortaya koyabiliriz:
Güncel verilere göre Almanyada tüm yüksek öğretim sisteminde eğitim görmekte olanların sayısı 2.9 milyon; Türkiyede ise 6.7 milyon. Almanyada her 1000 kişiye 34.3 öğrenci düşerken; Türkiye’de her 1000 kişiye 78.5 öğrenci düşüyor. Yani Türkiyede toplam nüfus içinde üniversitelileşme oranı yaklaşık 2.3 kat daha fazla…
Almanya, ileri derecede sanayileşmiş, yenilikçi ve teknolojik üretimi çok yüksek, kilogram başına ihracat geliri 3.70$ (Türkiye’nin üç katı), dünyanın 4’üncü büyük ekonomisi olmasına rağmen; yüksek öğretim sisteminde Türkiye’dekinin yarısından daha az öğrenci var.
Almanya’da Türkiye’ye kıyasla üniversiteye gitmeyen yaklaşık 3–3.5 milyon genç, boşta kalmıyor. Çok büyük çoğunluğu ücretli ve sertifikalı “dual mesleki eğitim” programlarında 3 yıl boyunca okuma ve işyeri eğitimi alıyor. Bir kısmı ustalık veya teknikerlik düzeyinde meslek ediniyor. Yani bu kitle, Türkiyedeki gibi üniversite kafelerinde vakit öldürmek yerine, güçlü ve istihdam garantili mesleki eğitim ve erken kariyer edinme yoluna giriyor.
Üniversite mezunlarının sayıca çok olması, farklı alanlarda uzmanlık birikimi taşıyan nitelikli işgücünü talep edebilecek; yüksek istihdam hacmine sahip, yenilikçi, rekabetçi, katma değerli ve teknolojik üretim kapasitesi yüksek ülkeler için uygundur. Ama Türkiye’nin durumu bu profile uymadığı halde, mesela Almanya’ya kıyasla gereğinden çok fazla üniversite öğrencisi ve mezunu bulunması; mevcut verilerin de gösterdiği üzere, ülkenin beşeri sermaye verimliliği, işgücü profili ile ekonomik yapı arasında ciddi bir uyumsuzluk bulunduğunu ortaya koyuyor. Diğer bir ifade ile, Türkiye’de üniversitelileşme oranının ekonomik yapı ile senkronize olmaması; hem istihdam yapısı, hem üretim modeli, hem de kaynak optimizasyonu açısından ciddi ölçekte bir fırsat maliyeti sorunudur.
Ezcümle, Türkiye’de herkesin entellektüel tartışmalara katılacak düzeyde sosyal bilim ve felsefe formasyonuna; muhabbet ortamlarında astrolojiden, kuantum fiziğinden, söz edecek kadar fen bilimleri formasyonuna sahip olması gerekmiyor. Bunlarla ilgilenen bilim adamı ve akademisyenler, elbette gerektiği kadar olacaktır. Ama, toplumun büyük bir bölümü için esas ihtiyaç, ekonominin işleyişini sağlayan ara elemanlar, tesisatçılar, bakım-onarım personeli, elektrikçiler, kaynakçılar, fayans ustaları, operatörler gibi pratik beceri gerektiren mesleklerde nitelikli işgücüdür. Bu alanlarda başarılı olabilmek için ise, çoğu defa lise düzeyinde eğitim ve temel düzeyde teknoloji, finans ve dijital okur-yazarlık yeterlidir.
