O kadarcık darbeciliğin aramızda lafı olur mu?
“Nefes alamıyorum, boğuluyorum, beni çıkarın ölüyorum. Sizde din iman yok mu, ölüyorum.”
Daha sonra ortaya çıkan hatıratlara göre, bunlar 53 yaşındaki İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay’ın Yassıada’da kapatıldığı hücresindeki son bağırışlarıydı.
Oktay, 30 Eylül 1960 günü Yassıada’da hayatını kaybetti.
Ölüm nedeni kalp krizi olarak açıklanmıştı ama adaya getirildiğinde askerlerin arasından geçirildiği ölüm koridorunda göğsüne dipçik darbeleri yemiş, vücudunda morluklar oluşmuş, kapatıldığı hücrede günlerce feryat etmişti.
Oktay gibi, Demokrat Parti’nin Ermeni milletvekillerinden 67 yaşındaki Zakar Tarver de adaya getirildiği sırada aynı ölüm koridorundan geçerken aldığı darbelerin etkisiyle kısa bir süre sonra Yassıada’da hayatını kaybetmişti.
DP’nin Yahudi milletvekillerinden Yusuf Salman, şimdi adı bir kongre salonunda yaşayan eski İstanbul Valisi ve DP’li Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar, Çanakkale, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi gazilerinden, 6’ıncı Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut da Yassıada’da gördükleri muameleye dayanamayarak hayatını kaybeden dokuz isim arasındaydı.
Yani Yassıada sadece idam kararları yüzünden değil, bütün bu trajediler yüzünden Yaslıada olarak anıldı.
Ama 60 yıl sonra yaslı Yassıada, Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak açılırken, onların yerine “idam kararlarının hukuki ve meşru olmadığını, insanlık duygularıyla uyuşmadığını belirterek trajediyi engellemek için çırpınan merhum Alparslan Türkeş rahmetle” yad edildi.
Yassıada’da uğradığı işkence ve kötü muameleye dayanamayarak hayatını kaybeden dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay’ın, yıllarca Yassıada’nın demokrasi adası olması için uğraşmış oğlu Emre Oktay, dün sosyal medya hesabında bu duruma tepki göstermiş:
“Biliyorsunuz 27 mayıs 2020 günü Yassıada’nın yeni halinin açılışı yapıldı. Ben davet bile edilmedim. Baktım Aydın Menderes ailesinden kimse davet edilmemiş, DP anısına çok emek veren Celal Bayar'ın torunu Prof. Dr. Emine Naskali de davet edilmemiş...O gün Yassıada’ya gidenler ile bizzat konuştum ve işittiklerim beni çok üzdü. Işıl ışıl otel, lüks toplantı salonlarının yanı sıra Yassıada’nın ruhu gitmiş dediler. Sanki oradaki acılar unutturmak istenmiş dediler. İstanbul Emniyeti Müdürü olan, Yassıada'da işkence altında Bizanslardan kalma zindanlarda öldürülen babamın ve yine adada ölen, öldürülen 10 kişinin anısına hiç bir şey yapılmamış... Celal Bayar da unutulmuş, bir kenarda küçücük ismi yazıyormuş...ancak Allah unutmaz, biz ilahi adaletin tecellisine gönülden inananlardanız... Bunlar nasıl yapılabildi bilmiyorum. Ancak cumhurbaşkanımızın danışman heyetini artık gözden geçirmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Darbeyi yapan ve ilk tebliği radyolardan okuyan Alpaslan Türkeş anılıyor, alkışlanıyor, ilk tebliğ videodan okunuyor ve adada işkence altında ölenler unutuluyor, Celal Bayar'ın adı bile geçmiyor, yazılmıyor...”
Dün konuştuğum Yassıada’da yargılanmış başka DP’li siyasetçilerin yakınları da, adanın nihayet demokrasi adası olmasından memnuniyet duyarken, Yassıada’nın bir toplu konut projesine dönmesinden, canlandırmalı Kitsch müzecilik anlayışından ama en çok da Cumhurbaşkanı’nın açılış konuşmasındaki Türkeş’li mesajdan rahatsız olmuşlardı.
Çünkü eğer bugün Yassıada Demokrasi ve Özgürlükler adası olduysa, bunun sebebi 27 Mayıs darbesi ve Yassıada Mahkemeleri’ydi.
Bu ikisinin de altında en ön sıralarda imzası olan isimlerden biri Alparslan Türkeş’ti.
Alparslan Türkeş, cuntaya 1958 yılında Elazığ’da görevli bir binbaşı iken, o sırada yine orada görevli olan Yarbay Talat Aydemir’in davetiyle katılmıştı.
Ve o tarihten itibaren de cuntanın beyin takımı içinde yer almıştı.
38 kişilik Milli Birlik Komitesi’ndeki Muzaffer Özdağ, Numan Esin, Ahmet Er, Dündar Taşer, Mehmet Özgüneş gibi isimler doğrudan Türkeş’in cuntaya kattığı, ona bağlı subaylardı.
Türkeş, bugün milliyetçiliği demokratlığını bastırmış bazı isimlerin çaresizce iddia ettiği gibi cuntaya “artık önlenemez darbenin istikametini değiştirmek için, CHP kontrolünde askeri yönetim kurulmasını engellemek için değil” doğrudan ülke için çarenin askeri bir rejim olduğuna inandığından katılmıştı.
1959’daki cunta toplantılarından birinde çıkan tartışmada pozisyonunu şöyle anlatmıştı:
“Geri kalmış ülkelerin süratle kalkınmaları lazımdır. Çok yavaş işleyen demokratik rejim böyle bir kalkınmayı sağlayamaz. Son 10 yıllık tecrübe bu gerçeğin bir ifadesidir. Bu bakımdan Türkiye’nin çeşitli sosyal ve iktisadi davalarını halletmek için kimseye taviz vermek zorunda kalmayacak kuvvetli bir idarenin temelleri atılmalıdır. Bu davalar halledildikten sonra demokrasiye avdet edilebilir. Memleketi kurtaracak başka yol yoktur. Memleket oy endişesiyle davranmak zorunda kalacak politikacıların eline bırakılırsa bugüne içine düşülen çukurdan hiçbir zaman çıkılamayacaktır.”
Toplantıda cunta üyesi yarbay Sami Küçük “Arkadaşlar Türkeş’in tavsiye ettiği düpedüz askeri bir diktatörlüktür. Ben böyle bir teşebbüsün içinde olamam” diyerek itiraz etmişti.
Türkeş, aynı zamanda albay rütbeli askerlerin kurduğu cuntanın darbenin liderliğini teklif ettiği Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Cemal Gürsel’le ilişkileri sağlayan isimlerden de biriydi.
O kadar ki 28 Nisan öğrenci olaylarından sonra bazı askerlerin görevden el çektirilmesine kızıp, emeklilik dilekçesi vererek İzmir’e gitmeye hazırlanan Gürsel, 3 Mayıs 1960 günü Adnan Menderes’e iletilmek üzere Savunma Bakanı Ethem Menderes’e gönderdiği 13 maddelik muhtıra mektubunun bir örneğini de Türkeş’e vermişti.
Menderes’in övüldüğü, Bayar’ın yerildiği darbenin işaretlerinin verildiği mektup, Menderes’in avukatı Burhan Apaydın’a göre Yassıada mahkemeleri sırasında ortaya çıksaydı, belki de Menderes idam edilmeyecekti.
Türkeş, İzmir’e gittikten sonra da Gürsel’le temaslarına devam etmiş, bu yüzden Milli Emniyet tarafından takip edilmişti.
Yani Türkeş’in darbe günü radyodan 27 Mayıs bildirisini okumasının sebebi tok sesi değildi, cuntadaki etkin rolü ve bizzat bildiriyi kendisinin kaleme almasıydı.
Sadece darbenin bildirisini okumakla kalmadı. 27 Mayıs günü Ankara’da yerli ve yabancı gazetecilerin karşısına geçip darbe hakkındaki ilk bilgilendirmeyi de o yaptı.
Ertesi gün yerli ve yabancı gazetelerde Türkiye’deki darbeyle ilgili Türkeş’in şu açıklaması yer almıştı:
“Bir memlekette mevcut anayasa yürürlükte bulunan idare tarafından çiğnenirse, o idarenin meşruiyeti şüpheye düşer.... Bugün büyük ümitler bağlanan demokrasi rejimi bir çıkmaza girdi. Tam bir diktatörlüğe gidileceğinden memleket endişeye düştü ve bu hal ayrı ayrı partilere mensup vatandaş münasebetlerini büsbütün gergin hala soktu. Türk Silahlı Kuvvetleri mevcut durumu kendi sorumluğunu dahilinde düzeltmek kararını verdi.”
Gazetecilerin “Menderes nerede, mahkeme edilecek mi” sorularına da Türkeş cevap vermişti:
“Ben nerede olduğunu bilmiyorum ama emniyettedir ve nezaret altındadır. Eğer bir şikayet vaki olursa mahkeme edilmesi tabiidir.”
Darbeden sonra getirildiği Başvekalet müsteşarlığı görevi bir nevi Başbakanlık göreviydi. Bu görev Devlet Başkanı Cemal Gürsel’den sonra darbenin ikinci adam konumuydu. O günlerde Gürsel ve Türkeş sürekli yan yana görünüyordu.
Bu yüzden Türkeş’in adı içeride “Darbenin Kudretli Albayı”na, dışarıda ise “Türkiye’nin Nasır”ına çıkmıştı.
Darbe günü sadece radyoevini değil, Başbakanlığı de basıp, ele geçirmişti. MİT müsteşarlığı ve Başbakanlık müsteşarlığı yapan Ahmet Salih Korur’u tokatlayıp, Başbakan’ın özel kasasını açtırmış, daha sonra buradan çıkan para ve belgeler Örtülü Ödenek Davası ve Bebek Davası’nda kullanılmıştı.
3 Haziran 1960 günü bütün gazetelerin manşetlerine çıkan DP iktidarı sırasındaki öğrenci olaylarında öldürülen “Gençlerin bir kısmının buzdolaplarına konulduğu ve bir kısmının da hayvan yemi yapılan makinalarda kıyılarak toz halına getirildiği..” iddiasını ortaya atan “Ölen ve Kaybolan Gençler Hakkındaki Tebliği” yayınladığında da Milli Birlik Komitesi’nin genel sekreter yardımcısıydı.
Türkeş, 1994 yılında Sabah gazetesinde çıkan “Fırtınalı Yıllar” başlıklı anılarında, kıyma makinesine atılan gençler tezviratından haberdar olmadığını iddia etmiş ve bunu MBK üyesi ve darbenin Basın ve Propaganda Çalışma Grubu’ndan Albay Ertuğrul Alatlı ve Mithat Ceylan’ın yaptığını, bunun için onları komiteden çıkardıklarını anlatmıştı.
Ama Ertuğrul Alatlı (Alev Alatlı’nın babası) bir açıklama yaparak Türkeş’i yalanladı ve onun konumunda olan birinin böyle bir tebliğden haberdar olmamasının mümkün olmadığını söyledi.
Bu haber üzerine uzun bir süre tüm ülkede öldürülmüş öğrencilerin cesetleri aranmış, bulunamayınca da darbeden önceki 28 Nisan olayları sırasında ve darbe sırasında hayatını kaybetmiş altı genç tespit edilerek, “Hürriyet Şehitleri” olarak görkemli bir törenle Anıtkabir’e gömülmüştü.
Anıtkabir’deki törende Milli Birlik Komitesi adına kim konuşmuştu peki? Tabii ki Başbakanlık müsteşarı Albay Alparslan Türkeş:
“İnandığı fikirleri için hiçbir ümit ışığı olmadığı halde mücadele etme şereflerin en büyüğüdür. Bugün toprağa vermekte bulunduğumuz hürriyet kahramanlarıdır. Kahraman şehitlerimiz müsterih uyuyunuz, vatan ve millet sizlere minnettardır.”
27 Mayıs darbesinin hemen ardından Türkiye tarihinin en büyük general tasfiyesi yaşanmıştı. Daha sonra “Eminsular” olarak adlandırılacak 235 general ve amiralin emekliye sevk edildiğini açıklamak üzere basının karşısına Milli Savunma Bakanı ile birlikte de yine Başbakanlık müsteşarı Türkeş çıkmıştı.
Eğer Yassıada bugün Demokrasi Adası olduğu ise bunun sebebi olan Yassıada Mahkemeleri ya da resmi adıyla Yüksek Adalet Divanı’nın kurulma kararının altında, Menderes ve arkadaşlarının Yassıada’da yargılanmasına imkan veren kanunun altında, Celal Bayar’ı vatana ihanetten yargılatan kararın altında, Bayar’ın idamla yargılanması için Ceza Kanunu’nda yaş haddini kaldıran kanunun altında, diğer Milli Birlik Komitesi üyeleriyle birlikte Türkeş’in de imzası vardı.
Yassıada Mahkemeleri’nde aralarında Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın da olduğu 200 DP’linin idamla yargılanacağı iddianameler Milli Birlik Komitesi’nde kabul edilirken de Yassıada Mahkemeleri başlarken de Türkeş hala MBK üyesiydi.
Bu idam kararlarını veren Yassıada Mahkemeleri hakimi Salim Başol, 1986’da verdiği bir röportajda “Başlangıçta yük çok ağır olduğu için teklifleri kabul etmedim. Mesela Türkeş çok üzülmüş, ben başkan olmayacağım diye” demişti.
13 Kasım 1960’da 14’ler içinde MBK’dan tasfiye edilmesinin sebebi de bir yıl sonra Eylül 1961’de kararları açıklanacak idamlara karşı çıkması değil, yönetimin sivillere devrine ve seçime gidilmesine karşı olmasıydı.
14’lerin pozisyonu, MBK’nın iktidarda kalıp, ülke sorunlarını güçlü bir iradeyle çözmesiydi.
İktidarın İnönü’nün CHP’sine devredilmesine de bu yüzden karşıydılar.
Türkeş’in 1940’lardaki CHP-Nihal Atsız tartışmaları ve Irkçılık/ Turancılık davasından gelen bir İnönü karşıtlığı olsa da bu bugünkü anlamında bir sağ-sol, dindar-laik karşıtlığı değildi.
Nitekim Türkeş, Başbakanlık müsteşarı iken 17 Temmuz 1960’da Cumhuriyet gazetesinden Cevat Fehmi Başkut’a verdiği röportajda, 1944 yılında Irkçılık-milliyetçilik davasında tutuklanmış olmasıyla ilgili önyargıları yıkmak istercesine şöyle cümleler kurmuştu:
“Son zamanlarda Anadolu’yu hiç dolaştınız mı? Çarşafın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?... Türkçecilik bu millete Atatürk’ün en büyük en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı Arapça okutmakla buna ihanete başladılar...Türk camiinde Türkçe Kuran okunur, Arapça değil.”
27 Mayıs Türkeş’in son darbe girişimi olarak da kalmadı.
Tasfiye edilen 14’ler Tokyo’dan Roma’ya, Brüksel’den Londra’ya Türk elçiliklerinde iyi maaşlarla görevlendirilmiş, zaman zaman Londra’da, Brüksel’de, Roma’da toplanmaya başlamışlardı.
Bu toplantıların gündemi yeni bir cunta ve darbe hazırlığıydı. Orhan Kabibay ve Alparslan Türkeş’in başını çektiği iki gruba bölünen 14’ler, 1963’de Türkiye’ye döndüler ve yeni bir darbe hazırlığı için diğer cuntalarla görüşmeler yürüttüler.
22 Şubat 1962’deki başarısız darbe girişiminin ardından affedilen Talat Aydemir de yeni bir darbe girişimi için 1963 yılında Türkeş’le görüşmeler yürütmüştü.
Ama Aydemir’in anılarında yazdığına göre Türkeş, kendi liderliğinde birleşilmesini şart koşmuştu. Anlaşamadılar. Aydemir, 20-21 Mayıs 1963’de ikinci darbe girişimini yaptı. Yine anılarına göre darbenin başarısız olmasının sebeplerinden biri anlaşamadığı eski arkadaşı Türkeş’in onu ihbar etmesiydi. Nitekim bu darbe girişiminin ardından Türkeş ve 14’ler grubundan subaylar 14’ler cuntasını kurmak iddiasıyla 3.5 ay tutuklu kaldılar.
Türkeş ve arkadaşları 1965 yılında artık cuntacılığı bırakarak, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katılıp siyasete girdiler. 14’lerin diğer kanadı da CHP’ye katılarak siyasete atıldı
Türkeş, siyasete atıldıktan sonra uzun yıllar boyunca sırtındaki bu 27 Mayıs yükünü atmak için uğraştı. Beyin takımında olduğu 27 Mayıs’tan bir yıl sonra tasfiye edilmişti, darbe sol bir yöne doğru kaymıştı.
Ama 27 Mayıs’taki başat rolü, Türkeş’le oylarını almaya çalıştığı sağ muhafazakar taban arasında hep bir psikolojik bariyer olarak kaldı.
Kendini savunmaya çalıştı, DP’lilerin yargılanmasını değil, yurtdışına gönderilmesini istediğini söyledi, Yassıada’nın suçunu kendilerini zorladıklarını iddia ettiği hukuk profesörlerine attı, idamlara karşı çıktığını bunun için 7 Eylül 1961’de Yeni Delhi’den Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e mektup yazdığını anlattı, bu mektubu zaman zaman basın mensuplarına dağıttı.
Orijinalinin nerede olduğu bilinmeyen bu mektubun bir kopyası Yassıada’da açılan müzeye de konuldu.
Ama o mektup Türkeş’in idam cezalarının infazına karşı olduğunu gösterse de darbeci olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Çünkü eğer sansürlenmediyse mektupta Türkeş “ Ölüm cezalarının infazı halinde, milletimizi bölen kin ve garez duyguları şiddetlenecek ve 27 Mayıs’ın amacı olan milli ruhunun geliştirilmesi güçlenecektir” diyerek darbeye olan bağlılığını da dile getirmişti.
Ayrıca eğer idama karşı çıkmak Yassıada’dan rahmetle anılmaya yetiyorsa, darbeye destek vermiş İsmet İnönü de son anda Cemal Gürsel’e gönderdiği mektupta idamlara karşı çıkmıştı.
Hatta Cemal Gürsel’in kendisi dahi idamlara karşıydı.
Milli Birlik Komitesi’nde yapılan idam oylamasında Cemal Gürsel ve sekiz üye idamlara karşı oy vermiş, 13 üye idamların lehine oy kullanmıştı.
Hatta Milli Birlik Komitesi’nden idam kararlarının çıkmasının sebebi orduda kurulan Silahlı Kuvvetler Birliği adlı bir yeni cuntanın tehdidiydi.
Bu yeni cunta, Yassıada’nın üzerinden alçaktan savaş uçakları uçurtmuş, Yassıada’yı basıp DP’lileri öldürmekle tehdit etmişti.
Ayrıca idamların infazına karşı gerçekten çırpınmış birileri aranıyorsa, bu listenin başına defalarca idamlara karşı Ankara’yı uyaran ABD Başkanı Kennedy’yi, o günlerde bir seyahat dönüşü Ankara’ya uğrayan ve Cemal Gürsel’le görüşen İngiltere Kraliçesi Elizabeth’i ve başta İngiliz hükümeti olmak üzere Batılı hükümetler yazılmalı.
Tabii tarih ilk defa eğilip bükülmüyor.
Ama Türkeş’i bugün siyaseten 27 Mayıs’tan, Yassıada Mahkemeleri’nden azade etmeye çalışmak için arşivlerde epey bir temizlik yapmak, anıları yeniden yazmak, gazete manşetlerini değiştirmek, radyo ses kayıtlarını yok etmek gerekecek.
Cumhuriyet gazetesinde çıkan 27 Mayıs’ı aklayan yazıyı yerden yere vurduktan az sonra Aydınlık gazetesinde hem 27 Mayıs’ı hem de 28 Şubat’ı hararetle savunmuş Perinçek’le ülkemize ve demokrasimize karşı oynanan oyunları konuşabilenler için bunlar zor olmasa gerek.
Siyasetin güncel ihtiyaçlarının yanında tarihin küflü sayfalarının ne hükmü olabilir ki!