Nasıl ölmek istersiniz? Bombayla mı, zehirle mi?
Ne zaman başlamıştı Suriye’de iç savaş?
2011’de. Mart’ın 15’inde. Ürdün sınırına yakın, Der’a kentinde.
Sözüm ona Arap Baharı çoktan başlamıştı. Der’a’da ufak tefek gösteriler yapılıyordu. Esat’ın polisleri göstericilere ateş açtı ve dört kişi öldü.
Aynı sene, bir ay evvel, 5 Şubat’ta, Türkiye ve Suriye, Asi Nehri üzerinde kurulacak Dostluk Barajı’nın temelini atmıştı.
O törene katıldığımı hatırlıyorum.
Suriyeliler, Başbakan Erdoğan’a tezahürat yapıyordu.
Esat’ın ‘Şebbiha’sı da kalabalığın Erdoğan’a kendiliğinden yaptığı tezahüratı dengelemek için, ara sıra, “Biruh, bidem, nefdike Ya Beşşar!” diye bağırıyordu.
Memnunduk. İyi şeyler oluyordu işte.
O günlerde, muhtemelen hayatımızda son kez, Halep’in çarşılarında dolaştık. İnsanlarıyla hasbihal ettik.
Oymuş işte, Suriye’yle ilgili görüp göreceğimiz güzellik.
Birkaç hafta sonra, baraja adını veren ‘dostluk’ sele karıştı.
Şimdi tam yeri olabilir, niye o günkü dostluk birdenbire düşmanlığa dönüştü diye sormanın.
Yeri olabilir ama, anlamı var mı?
Eh, bir miktar kafa konforu.
Bir miktar entelektüel tatmin.
Kafa konforuysa bile, daha evvel yazmıştım. Bugün tekrar etmek niyetinde değilim.
***
O günlerden beri, aşağı yukarı 7 senedir, 500 bin insanın öldüğü tahmin ediliyor.
Makinalı tüfeklerden atılan kurşunlarla. Uçaklardan atılan muhtelif bombalarla.
En meşhuru varil bombası.
Tank ateşiyle.
Hapishanelerde işkenceyle.
Hapishanelerde açlıktan.
Bir ara, Anadolu Ajansı, Suriye Hapishanelerinde çekilmiş on binlerce işkence fotoğrafını bulmuş, yayımlamıştı.
Bakamadık bile resimlere!
Bir günlük haber oldu. O kadar. Sonra, içimizdeki sessiz resimler mezarlığına gömdük gitti hepsini.
500 bin insanın 500 bin öyküsü vardır.
Bilemeyiz ki öykülerini.
‘500 bin’ dedik, istatistik yaptık!
Rakam, sanki metal bir çerçevenin içinde duruyor. Soğuk. Duyarsız.
Arkalarındaki öyküleri örten, arkasını göstermeyen bir aygıt gibi.
Ayna olsaydı keşke, yüzümüzü görürdük.
Belki utanırdık.
İnsanlar, kötülüklerin kendileriyle irtibatını kesmekte mahirdir.
Buna rağmen, belki utanırdık.
Fakat, emin olun, katiller utanmazdı, aynada kendi perçemine bakar bakar hayran olurdu.
Ara sıra kimyasal katliam öyküleri geliyor.
***
Doğu Guta’da, üzerlerine atılan kimyevi zehirle öldürülen çocuklara dair öyküler.
Siz olsanız, zehirle mi öldürülmek isterdiniz, bombayla mı?
Ancak tuzu kuru olanların, canı selamette olanların yapabileceği ultralüks bir münakaşa.
Senelerdir, 7 senedir çocuklar, bombalarla yakılarak, patlatılarak öldürülüyor.
Bu hiçbir anlam ifade etmiyor da, kimyevi zehirle öldürülen çocuklar mı sorun teşkil ediyor?
Bir çocuğun, bir annenin, bir ihtiyarın, kafasında varil bombası patlatılarak yakılmasının... Patlatılarak öldürülmesinin izahını bulduk mu da, çocuklar kimyevi silahla öldürülünce mesele ediyoruz?
İnsanlık olarak, saçma sapan tartışma kategorileri icat etmeyi çok iyi beceriyoruz.
Sanki yeni bir kategori, bizi öteki öldürme şekillerinin hikmetini düşünme külfetinden kurtarıyor.
Kapatalım öteki mevzuları, kimyasala gelelim.
Ne olacak gelince?
Hiç.
Daha önceki kimyasal saldırılardan sonra ne olduysa o olacak.
Kim vurdu, niye vurdu, nasıl vurdu, vurdu mu, vurmadı mı derken mevzu küllenecek.
Belki birisi, mesela Amerika, ne kadar insani, ne kadar vicdanlı olduğunu göstermek için, Suriye’de bir yere... Tercihan Esat’ın bir askeri tesisine birkaç bomba atacak.
Veya atmayacak.
Zaman, bizim vurdumduymazlığımızı belgeleyen acılı ve kahırlı anıtlar dike dike ilerleyecek.