Bindiğimiz dalı kesmek: Organik dayanışma ve linç
Sosyolojinin kurucu babalarından Émile Durkheim, şehirde sosyal ilişkilerin, birlikte yaşama pratiklerinin ve dayanışma modellerinin köylerdekinden nasıl farklılaştığını tespit eder.
Bu tasnif, kırsalın kolektif cezalandırma eğilimi ile kentin uzmanlaşmış mensuplarını koruma gayretini karşılaştırmak için çok kullanışlıdır.
Kırsal bölgelerde yaşayan küçük, izole topluluklarda herkes birbirine benzer. Herkes sabah kalkar, kendi tarlasını sürer, kendi sütünü sağar, kendi ekmeğini yapar. Hayat pratikleri ve rutinleri birbirinin kopyasıdır.
Herkes aynı kutsalları paylaşır.
Köyde dayanışmanın temelinde karşılıklı bağımlılıklar değil, ortak değerler vardır.
Bu yüzden köyden birisi köyünün adetlerine, usullerine, kutsallarına saygısızlık ederse cezası çok ağır olur. Dışlanabilir, ağır hakaretlere uğrayabilir, fiziki saldırıyla karşılaşabilir, köyden sürülebilir.
Neden? Çünkü köyde herhangi bir ayırt edici uzmanlığı olmayan birey, topluluğa faydası açısından bakıldığında harcanabilirdir. Topluluk içinde ikame edilmesi çok kolay bir rolü vardır. Önemli olan topluluktur.
Topluluk, ortak değerlere ters düşeni yok ederek rahatlar.
Bu, “cezalandırıcı hukuktur”.
Bununla hem “suçlu” cezalandırılmış, hem farklı/ özgün düşünmeye cüret edebilecek köylülerin gözü korkutulmuş olur.
Köydeki “mekanik dayanışmanın” yerini şehirlerde “organik dayanışma” modeli alır.
Şehirlerin etnik, dini, ideolojik kompozisyonu homojen değildir.
Tüm şehir sakinlerince paylaşılan ortak değerler bulmak zordur.
Şehirliler -bir etnik ya da ideolojik gruba intisap ederek değil- uzmanlaşarak kendilerine şehir hayatında yer edinirler. Fırıncının gözlükçüye, gözlükçünün terziye, terzinin hemşireye, hemşirenin pazarcıya, onun da ayakkabıcıya, eczacıya, öğretmene, doktora ihtiyacı vardır.
İnsanlar ihtisaslaşarak kendilerini kıymetli kılarlar.
İşte “organik dayanışma” budur: İş bölümü ve ihtisaslaşma.
Şehirlileri bir arada tutan, birbirlerine benzemeleri değil, birbirlerinden farklı oldukları halde birbirini tamamlayacak şekilde organize olmalarıdır.
Nüfusumuzun çoğu artık şehirlerde yaşıyor.
Devasa metropollerde, kozmopolit şehirlerde, birbirini hiç tanımayan milyonlarca insanla birlikteyiz. Ve en önemlisi: birbirimize muhtacız.
Organik toplumda dayanışma modeliyle birlikte hukuk da farklılaşır.
Medeni topluluklarda uzmanlığı ile yer edinmiş bir kimse yasa/sözleşme dışı bir fiil gerçekleştirdiğinde onu ağır bir ceza vererek işlevsiz kılmak toplumun aleyhinedir.
Bunun yerine o kişinin topluma yeniden kazandırılmasına gayret edilir.
Organik toplumda hukuk “cezalandırıcı” değil, “ıslah edici” olmak zorundadır.
Çünkü bir beyin cerrahını, bir pilotu, bir bilim insanını yetiştirmek toplumun milyonlarca lirasına ve onlarca yılına mal olur.
Bir kişi köyden (ya da cemaatinden) kovulduğunda sistem çökmez ama toplumsal harcı organik dayanışma olan şehirde, ‘fikrini beğenmedim, hayat tarzından nefret ediyorum’ diyerek bir profesyoneli yok ettiğinizde sistemin temellerine kibrit suyu dökersiniz.
Bu, yüzeyde yalnızca bir kişinin cezalandırılması gibi görülse de, bir uzmanın kolayca “üzerinin çizilmesi” diğer uzmanlara senin “ihtisasın” bu toplumun umurunda değil mesajı verir.
İyi yetişmiş bir cerrah, düşünür, gazeteci linç edilip mesleğini yapamaz hale getirildiğinde, ya da tarihe, dine, siyasete, topluma dair aykırı fikirleri var diye hapse atıldığında başka uzmanlar da kendilerini güvende hissetmemeye başlar.
Bireysel linçlerin kümülatif etkisi uzmanlık havuzunda ciddi erozyona yol açar. Ehliyetli mütehassıslar -imkân bulabiliyorlarsa- kıymetlerinin daha çok bilineceği, kendilerini daha güvende hissedecekleri ülkelere göç eder, gidemiyorlarsa ciddi motivasyon kaybı yaşarlar.
Önünü sonunu düşünmeden linçe iştirak edenler, belki de yarın ameliyat masasında kendi çocuklarının hayatını kurtaracak bir profesyonelden kendilerini mahrum etmiş olurlar.
Peki, modern şehirlerde birbirimize bu kadar muhtaçken, neden hala ilkel kabile üyeleri gibi elimize taş alıp birbirimizi kovalıyoruz?
Cevabı bir sonraki yazıda.
