Hesaplaşma ihtiyacıyla bu romanı yazdım

Hesaplaşma ihtiyacıyla bu romanı yazdım

Oya Baydar, ‘Yolun Sonundaki Ev’de olayları 1913’te bir suikastla başlatıp 60’lı yıllarda hayatları bir apartmanda kesişen aileler üzerinden ülkenin son 100 yıldaki panoramasını sunuyor. Baydar, bu romanı “Belli bir yaşa gelmiş yazarın kendi ve ülkesinin tarihiyle hesaplaşma ihtiyacı da diyebiliriz belki” diye düşünerek kaleme aldığını söylüyor.

RÖPORTAJ: İNCİ DÖNDAŞ

Mor salkımların bütün cepheyi sardığı üç katı aşıp çatıya kadar tırmandığı bir ev düşünün. İlk yapıldığında en sonda olduğu için ‘Yolun Sonundaki Ev’ tabelasının asıldığı, içinde samimi ve birbirine saygılı insanların yaşadığı, geleceğe dair umutların beslendiği, apartman sakinlerinden Tom Anne’nin sonradan “Ne güzel komşulardık biz” diye özlemle andığı yıllar. Sonra yapılaşma başlayınca yolun sonundaki ev, binaların arasında sıkışıp kalıyor. Ama mis gibi kokan mor salkımlar hep gösterişli. Oya Baydar, son romanı ‘Yolun Sonundaki Ev’de işte böyle bir binanın üç katında yaşayan üç farklı aileyi, onların çocuklarını hatta torunlarını anlatıyor. Romanda bir zaman matematiği var ki kâh 60’lı yıllara gidiyorsunuz. 80’lere geliyorsunuz, ardından 2014’te zaman ve mekânda sürgünü okuyorsunuz. Tom Anne, Pipolu Adam, Irmak, Feride, Umut, Canset ve Fırat gibi daha pek çok karakterin hayatına konuk ediyor sizi Baydar. Onların hüzünlerini ve sevinçlerini paylaşıyorsunuz. Hayat bu, geçip gidiyor; zaman pek çok şeyi değiştiriyor. Ev de eskiyor, yüksek yüksek binaların arasında küçülüyor ama mor salkım orada bir hayat olduğunu hep gösteriyor. Oturduğu evin hikâyesini anlatan Oya Baydar ile konuştuk...

Hayata veda edenler, kendi isteğiyle gidenler, kalanlar, bir şehrin betona teslim oluşu, geçmişte yaşanan acılar... ‘Yolun Sonundaki Ev’ikaleme almaya nasıl karar verdiniz?

Yolların başlangıcına dönmek; zaman fırtınasına kapılıp değişen şehirlerin, mekânların, insanların, ülkemizde çoğu zaman trajik seyreden kaderlerinin izini sürmek istedim. Belli bir yaşa gelmiş yazarın kendi ve ülkesinin tarihiyle hesaplaşma ihtiyacı da diyebiliriz belki.

Romandaki Umut’tan Pipolu Adam’a, aşkta karşısındaki kadın kadar güçlü olmayan şairden Diyarbakır’a gelin giden Irmak’a hepsi adına konuşmuşsunuz. Hayata bu kadar farklı karakterin gözünden bakmayı nasıl başarabiliyorsunuz?

O karakterlerin tümünü tanıyorum; hepsinin dilini, duygusunu, hayata nasıl baktıklarını, özlemlerini, umutlarını, acılarını biliyorum. İyi gözlemciyseniz, insanları seviyorsanız, insan olma yükünü biraz hafifletmekle yükümlü görüyorsanız kendinizi, ki bana göre yazarın sorumluluğudur bu, o zaman bütün karakterlerinizin gözünden bakabilir, hepsinin hikâyesini onların dilinden anlatabilirsiniz. İyi tanımadığım, iç dünyalarına giremediğim karakterler yarattığımda yapaylık hemen sırıtır, o karakterler karikatür kalır. Romancının başına gelir bazen, edebiyatta örnekleri çoktur, hatta iyi yazarlarda bile… Bu yüzden, istediğim halde mütedeyyin bir roman kahramanı yaratmaya cesaret edemiyorum. Müslüman muhafazakâr çevrenin insanlarını, özellikle de o çevreden bir aydının bugünkü gelişmeler karşısındaki boğuntusunu, travmasını, kendini sorgulamasını anlatabilmek isterdim ama beceremeyeceğimi hissediyorum.

Neden çok karakterli, çok hikayeli bir anlatımı tercih ettiniz? Hem sayı hem de nitelik açısından zengin olan bu kadar karakter üzerinde çalışmanın zorlukları neydi?

Anlatmak, okura aktarmak istediğim söz çok hikâyeli, çok sesli bir kurgu gerektiriyordu. Değişik kollardan gelip bir evde kesişen hayatlar söz konusuydu. Haklısınız; çok hikâyeyi, çok karakteri, üç, hatta dört kuşağı kurguyu dağıtmadan toparlamak güçtü. Bu zorluğu yaşadım, hatta bir ara vazgeçmek üzereydim. Ama bütünlüğü sağlayacak bir çimento vardı: Yüzyıllık ‘makus tarih’in savurduğu insanlar ve o tarihin anılarını barındıran bir ev, Yolun Sonundaki Ev.

Romanlarınızda geçmiş de var bugün de. Tıpkı ‘Yolun Sonundaki Ev’de olduğu gibi. Neden geçmişi anlatmayı seviyorsunuz? Bu aynı zamanda tarihe not düşmek mi? O dönemde konuşulmayanları ilk kez dile getirmek mi?

Geçmişi anlamazsak bugünü, yarını kavrayamayız. Geçmişi anlamak resmî tarih aktarımlarıyla mümkün değildir. Kim, hangi iktidar yazarsa yazsın, resmî tarih muktedirlerin kendilerini aklama tarihidir. Bağımsız edebiyat burada devreye girer. Resmî anlatımların gölgelediği gerçek insan yaşamlarına tutar aynayı, tarihi o insanların hikâyeleri üzerinden yeniden kurgular. Bir anlamda, birey insanın tarihine not düşmektir romancının yaptığı. Tabii, ideolojik saplantılardan arınmış gerçek edebiyattan söz ediyorum.

Kurgu açısından farklı karakterler farklı sayfalarda farklı yıllarda dolaşıyor. Bir geçmişe gidiyor, sonra günümüze geliyor, oradan 20 yıl öncesine gidiyor. Bu zaman matematiği romana neler katıyor? Ayrıca sizi zorluyor mu?

Açıkça söylemem gerekirse, evet, bu romanı yazarken değindiğiniz konuda zorlandım. Kurguyu uzun süre oturtamadım, yaptığımdan emin olamadım. Önceki romanlarımdan daha zahmetli bir kurgulama süreci yaşadım. Epeyce çalıştım, geçişleri ‘uzaklardan gelen çocuk’ torun Andi (ya da Ant) ipliğiyle, bir de önceki bölümde tekrarlanan bir sözle kurmaya çalıştım. Bölüm başlarındaki tarihler de yardımcı oldu sanırım. Yine de, itiraf edeyim ki içim büsbütün rahat değildi ilk değerlendirmeler gelene kadar. Ama galiba çok kötü değilmiş. Ben roman kurmanın bir çeşit matematik olduğunu düşünürüm. Bu matematiği oturtmaya önem veririm. Çok güzel başlayıp çok iyi anlatımla süren bir sürü romanda bu matematiğin başarılamadığını görüyoruz, yazık oluyor. Klasikleri klasik yapan büyük ölçüde edebî matematiğin dille sağladığı uyumdur.

Romanda 1913’te bir suikastla başlayıp 60’lı yıllarda aynı apartmanda kesişen hayatlarla bir Türkiye panoraması da çiziyorsunuz. Bunu yaparken nasıl bir yol izliyorsunuz, yaşanmışlıklar bu anlattıklarınız içinde ne kadar var?

Yaşanmışlıklar fazlasıyla var. Asla belgesel değil ama romandaki birçok kişi ve olay gerçek. Ev de gerçek, ben şu anda o evde oturuyorum. Yaşanmışların, gerçek kişilerin yanında kurgu da var ama evin tarihi ve tarihsel olaylarla mekânların hepsi gerçek. Romandaki evin iki cephesi de 50 yıllık morsalkımlarla kaplı. Morsalkım ise korunması gereken yaşamın, doğanın, hatıraların sembolü.

Tom Anne’den Irmak’a, Canset’ten ikizler Katrin ve Simin’e, Feride’ye tüm kadınlar çok güçlü. Romandaki kadınların önemi nedir? Onları özellikle mi böyle anlatmayı istiyorsunuz?

Böyle yaptığımın, kadın kahramanlarımın sözünü ettiğiniz özelliklere sahip olduğunun farkında değildim. Yazarken özellikle böyle anlatmayı istememiştim. Geçenlerde katıldığım, kadın romancıların eserleriyle ilgili bir toplantıda, bu soru sadece bana değil diğer kadın yazarlarımıza da yöneltildi. Ben de ilk kez fark ettim ki, hele de bu son romanda kadın kahramanlar hep güçlü karakterler. Bir çeşit intikam duygusu mu acaba? Ama hayır, gerçekten de öyleydi benim kahramanlarım. Belki de yaşam mücadelesinde, gündelik yaşamda kadınlar daha güçlü oldukları için…

Karakterleri tüm taraflarıyla anlatmışsınız ve hiçbiri rahatsız etmiyor okuru. Bunu özellikle mi tercih ediyorsunuz?

Tercih meselesi değil, öyle çıkıyor işte. İnsanı iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla olduğu gibi anlatırsanız okuru rahatsız etmez. O karakter üzerine hüküm verir, bazen kızar, bazen acır ama reddedemez.

Ajitasyon olsaydı, edebiyattan söz edemezdik

Geçmişte yaşanan askeri darbeler, faili meçhul cinayetler, kayıplar, tehcirler, işkenceler de var ‘Yolun Sonundaki Ev’de. O dönemleri yaşayan bir kişi olarak bunları anlatmak sizi nasıl etkiliyor?

Hüzünleniyorum. En çok da kuşaklar boyunca süren, bunca çabaya rağmen ülkenin bir türlü yenemediğimiz ‘makus tarihi’ içimi acıtıyor. Belki yaşlanmakla ilgili ama sanki geçmişte her şey daha mütevazı, daha basitken daha mutluyduk gibi geliyor. Bir de değiştirebileceğimiz inancına sahiptik, yani umutluyduk. Bu ülkenin tarihi hep acımasızdı ama bugünkü kadar değil. Sadece Türkiye’den de söz etmiyorum. Dünyanın halleri bana ağır geliyor.

Romanda ajitasyon yok, karakterlerin yaşadıkları okuru hüzünlendirmeye yetiyor. Diğer romanlarınızda da aynı şey söz konusu. Dengeyi nasıl koruyorsunuz?

Ajitasyon olsaydı, edebiyattan söz edemezdik. İdeolojik propaganda ile edebî metnin kalın hatlarla ayrılmadığı, edebiyatın ideoloji zerketmenin aracı haline geldiği romanlar, hikâyeler, yazıldıkları dönem egemen ideolojinin işine yarasalar da çağları ve sınırları aşamazlar.

Söz boğazıma takılmışsa yazabiliyorum

‘Yolun Sonundaki Ev’i ne kadar sürede yazdınız? Yazma tarzınız nedir?

Her zamankinden uzun sürdü. Araya başka yazılar, olayların etkisiyle acilen yazmak istediğim ‘Surönü Diyalogları’ girdi. Bir de kurgu sıkıntılarım oldu. Üç yılı aştı yazımı. Çalışma tarzına gelince… Bir söz beni zorluyorsa, boğazıma takılmışsa, haykırmazsam boğulacak gibi olursam yazabiliyorum ancak. İlle de yazayım diye bir çabam yok. Bu roman özelinde söyleyecek olursam; son birkaç yıldır ülkemizde ve çevremizde yaşananlar boğuyordu beni: Hep yeniden başa saran, tekerrür eden tarih, bir de şehirlerin, mekânların, hafızaları da hatıraları da silerek değişmesi, yıkılması… Romanın baş kahramanı sayılabilecek evin kentsel dönüşüm sürecinde rant uğruna yıkılmasının önüne geçmeye çalışan en genç kuşaktan Ant da, şu günlerde çok ihtiyacımız olan umudu simgeliyor.

18-04/18/ekran-resmi-2018-04-18-014435.png

Yolun Sonundaki Ev
Oya Baydar
Can Yayınları
272 sayfa / 23 TL

Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN