Kavanozdaki gümbürtü

Mevlana İdris

O kadar çok olağanüstü kritik günlerden geçtik ve geçiyoruz ki kritik dönem manyağı olduk.

Düz bir gün bize uymaz, bizi delirtebilir.

Ülke çapında bir olağanüstülük yaşamazsak o günü nerdeyse yaşanmamış ilan edeceğiz.

Bizim güncel ve dönemsel olağanüstü akışkanlığımızın temelinde tarihî müktesebatımızın derinliği ve coğrafî iltisaklarımızın genişliği mi var, yoksa bir şeyleri yanlış mı yapıyoruz?

Obezitemiz varsa bunun kökeni Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Viyana önlerinde şöyle bir dolaşmaya çıkmamak mı, yoksa yanlış şeyler mi taam etmekteyiz?

Gazete manşetlemelerine küresel çapta bir yıllığına bakabilsek, bizim, feleğin çemberlerinden nasıl geçtiğimizi, dünyanın başka yerlerindeki gündemin ise, bize göre nasıl kofti, sıradan ve yüzeysel olduğunu görebilirdik.

Ne değişirdi? Hiç.

Birbirimizi tutarsız temellerle didikleyip yahut pohpohlayıp durmanın tarihi de başka memleketlere göre ibretliktir.

Nasıl ki akmayan çeşmelerimizin mâkul bir cevabı hâlâ daha bulunamamışsa, Oniki Adalar’ın, Kerkük’ün, Musul’un, Batum’un cevabı da o coğrafyalar gibi kayıp mıdır?

Mâlum rest günlerinden geçiyoruz.

İkinci bir van minüt mü denilmeli, bir ülkeye yapılan ‘suçüstü’nün gölde oluşturduğu diplomatik halkalanmalar mı?

Şey de ilginç değil mi? İdlib’te elele, Ukrayna’da nohut sapı.

Biz kimseye benzemeyiz, kimse de bize benzeyemez azizim.

Ne yârdan geçeriz ne serden derken, yâri de seri de kaybetmelerin bilgisi bizdedir.

Bizdedir yalnız bizde olan olağanüstülüğün sıradanmış gibi rafa kaldırılması.

Bazan bizimle, bazan bizsiz, bazan bize rağmen olacak olur. Gümbürtüyü bir kavanoza doldurup taşa çalarız, kime ne?

MEKTUB 42

Sivrisinekten, tahtakurusundan, bildiğimiz pireden, tatarcıktan, trenin düdüklerinden, dondurmacı avazından, hayli zamandan beri sürüp giden taş meselesinden huzuru kaçan Bakırköy ve civârı ahâlisi, sekizinci bir patırtı yüzünden, sabah uykusunu kestirememektedir. Bu patırtı, av mevsiminin gelmiş olması sebebiyle, avlanmak için silâhını omuzuna alan meraklıların, daha köy sınırını aşar aşmaz, horozu, namluyu, nişangâhı, tetiği, dipçiği, şaşalayıp, önüne gelen, havada uçan, ağaca konan, yerde gezinen, bağ duvarları üzerine serilen, kütükler arasından kaçan, kümeslerden çıkan, yuvalarından uçan horoz, tavuk, piliç, kaz, ördek, hindi (tavşan sanarak), kedi, üveyik, bıldırcın, sarı asma, serçe, filurya, saka, iskete, ispinoz, kara karga, tahtalı, arı kuşu, tarla kuşu, kuyruk sallayan, yaban güvercini, kumru, alaca karga, sığırcık, yusufçuk ve benzeri av mahlûkları ile evcil hayvanlara karşı saçma atmalarından ileri gelmektedir.

“Dan!” veya “bum!” Der demez ileriye doğru uzanan mâvimsi, dumanımsı, zayıf, hafif bir maddeden sonra, avcısına göre, iri, şişman, zayıf, şapkalı, fesli, keçe külahlı, siperli, çantalı, torbalı, poturlu, çarıklı, yemenili, eski potinle, kayışlı, hamâilli bir vucûd koşuyor, vurabilmiş ise avını alıyor. (…) Ahmed Râsim-Türk Klasikleri-Millî Eğitim Bakanlığı Yay.

NUH'UN GÖZYAŞLARI VE DİNDARDAN YORULMAK

Din yorgunluğu mu, dindar yorgunluğu mu tartışmaları devam ede dursun çocuklarımız “dindarlık” tarzımızdan yorulmuş olabilir mi diye bir soru sorsak? Bu yorgunluğun emarelerinin, Özal sonrası dönemde mahallemiz insanları parayla ve makamla tanışınca başlamış olabileceğini söylesek? Yıllar yıllar önce İsmet Özel dinimizi değil ama mahallemizi bırakıp giderken sakın bu yorgunluk veren dindarları fark etmiş olmasın. Mahallenin çoğunluğu bunu bir şair kaprisi deyip geçiştirince çareyi köşesine çekilmekte bulmuşsa.. Ahmet Hakan mahallesini bırakıp “karşı mahalleye” geçerken sakın bu yorgunluk veren dindarlardan hicret etmiş olmasın? Halbuki abileri ne galiz sövgüler düzmüşlerdi ona... Dücane Cündioğlu mahallesini bırakıp inzivaya çekilirken bizden yana tek hatırası sakın bu yorgunluğa hala duyduğu bir tiksinti olmasın.. Çocuklarımızı bir İsmail gibi Rahmana değil ama cahiliyye uygarlığına kurban verirken sakın bizzat ebeveynlerini örnek almış olmasınlar? O ana-babalar son çeyrek yüzyıldır hayatlarını parçalara böldüler: din, ticaret, ibadet, örf, milliyet, kanun, devlet, siyaset, sadaka, rüşvet..Onlar “din”i inandıkları gibi yaşamadılar. Çocuklar deist olmaya başlayınca mahallenin kanına dokundu. Aslında evlatları daha dürüsttüler. Büyüklerinin inandığı gibi yaşamadığını gören gençler onların yaşadığı gibi inanarak pratikten teoriyi düzelttiler. Nuh (A.S.) gemiye binmesi için evladına yalvardığında Allah oğlunun artık ehlinden olmadığını tescil etmişti. Muhtemel ki ciğerinin bir yarısı Allah’tan küfrü tercih eden evladını kurtarmasını dilemesi sebebiyle Rabbisinin rızasına bilemeden muhalefet etmiş olduğu için yanarken diğer yarısı bir “baba” olduğu için evladını küfre kaybetmenin tescilinden dolayı yanmıştır. Nuh (A.S.) hiç oğluna arkasından sövmüş müdür, dedikodusunu yapmış mıdır, onu unutabilmiş midir? Nuh (A.S.) tevbe emişti, istiğfar etmişti, gözyaşları sel olmuştu. Acısı hiç dinmemişti ve onunla kabre girmişti. Bizim mahalle Nuh (A.S.)’ın bu yürek dünyasını idrak edebilirse İsmet Özel’i, Ahmet Hakan’ı, Dücane’yi ıskaladı ama çok geç olmadan belki evlatlarının arkasından ağlamayı, gözyaşı dökerek istiğfar etmeyi öğrenebilir. Belki bu “gözyaşı” yorgunluk veren dindarlarda inandığını yaşama iradesi doğurur da evlatlarını kaybeden bu insanlar yine belki torunlarını kurtarabilirler. Sedat Namdar

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.