Din alanında nimet azgınlığımız

Mustafa Öztürk

Din nimeti son zamanlarda bizim mahalleli arasında bir türlü paylaşılamıyor; sanki nimet azgınlığı denebilecek bir hal yaşanıyor. Kimimiz bu konuda pek bencilce ve pintice davranıyor, “Dinin mülkiyet hakkı bana ait, konu komşuya zırnık koklatmam” der gibi çok tuhaf refleksler sergiliyor. Kimimiz dinî konularda görüşlerini beğenmediği insanları hedef göstererek basbayağı nefret suçu işliyor. Kimimiz de, “Filan yerde din sapkınları toplanmış, oranın kapısına kilit vurun” diyerek muhbirlik yapıyor. Ne yazık ki bütün bunlar “Din elden gidiyor” gerekçesine bağlanarak dinî hamiyet namına yapılıyor. Sanki herkes ne kadar sıkı bir dindar olduğunu ispatlamak için birbiriyle yarışıyor. Bu zaviyeden bakıldığında din sanki karaborsaya düşmüş görünüyor, hepimize yetmez kaygısıyla kapış kapış gidiyor, adeta kapanın elinde kalıyor. Hal böyle olunca din en çok kavga konusu olarak gündeme geliyor. Din adına her gün yeni bir kavga patlak veriyor ve “Kavgada yumruk sayılmaz” eşiği de çoktan aşılmış görünüyor. Çünkü başta bel altı vuruş olmak üzere her türlü gayri nizami ve gayri ahlaki vuruş artık mubah sayılıyor.

***

Teessürle izlemek zorunda kaldığımız ve maalesef zaman zaman kendimizi de içinde bulduğumuz bu kuru kavgalar, XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda yaşanan Kadızâdeliler-Sivâsîler çatışmasını hatırlatıyor. Bu iki grup arasındaki büyük çatışma zahirde din referanslı görünse de, işin gerçeği, “Felsefe okumak caiz mi değil mi? Hızır hayatta mı değil mi? Yezid’e lanet edilmeli mi edilmemeli mi? Kur’an’ı makamla okumak caiz mi değil mi? Hz. Peygamber’in ebeveyni imanlı mı yoksa imansız mı vefat etti? Tütün ve kahve içmek haram mı değil mi?” gibi tartışma konularından da anlaşılacağı üzere pratik dinî-ahlâkî yaşantıya hemen hiçbir olumlu katkısı bulunmayan ve bu itibarla pek çoğu incir çekirdeğini dahi doldurmayan lüzumsuz meseleler kanlı bıçaklı bir kavganın fitilini ateşlemiş görünüyor.

Hacı Halife Kâtib Çelebi’nin Kadızâdeli-Sivâsî kavgası hakkında aktardığı bilgiler bize çok şey anlatıyor. Hacı Halife, “Geçmişte yaşanan taassup savaşları gibi bugünkü ahmakların bâtıl cidalleri de birbirlerini kırma noktasına gelmek üzeredir. Ben de bu yüzden niza/tartışma konusu olan meselelerde sağlam kanıt (tarîk-i burhan) yolunu beyan etmek üzere birkaç satır karalayıp adını Mîzânü’l-Hak fi İhtiyâri’l-Ehak (En doğru olanı tercih hususunda hakkaniyet terazisi) koydum. Böylece herkes onca tartışmanın gerçekte neye dayandığı, birbiriyle didişmekten ne tür bir sonuç alınacağı hususunda bilgilensin de aptallık vadilerinden dönüp bu kuru kavgadan vazgeçsin istedim” diye tanıttığı Mîzânü’l-Hak adlı eserinin yirmi birinci bahsinde şunları söylüyor:

Bu iki şeyh (Kadızâde Mehmed Efendi ve Abdülmecid Sivâsî) birbiriyle tastamam zıtlaştı ve meşrep farklılığından dolayı aralarında cahiliye devrindeki meşhur Besûs savaşı gibi bir savaş yaşandı. Bu kitapta ele aldığım tartışma konularının pek çoğunda Kadızâde bir tarafı tutup Sivâsî de diğer tarafı savunarak ifrat ve tefrit yoluna koyuldu. Bu arada her ikisinin takipçileri de birbirleriyle nizaya tutuştu. Nice yıllar bu minval üzere iki şeyhin arasında kîlükâl, dedikodu sürüp gitti; beyhude nizalar yüzünden iki grubun arasına çok büyük bir nefret ve düşmanlık girdi. Bütün bunlar olup biterken pek çok şeyh iki fırkaya bölünüp bir tarafı tutmayı yeğledi. Aklı başında olanlar ise, “Bu taassup yüzünden ortaya çıkmış bir kuru kavgadır. Biz Ümmet-i Muhammed’iz, birbirimizle din kardeşiyiz. Dolayısıyla ne Sivâsî’den beratımız ne de Kadızâde’den hüccetimiz vardır.

Kadızâde ve Sivâsî birbirine muhalefetle şöhret bulup padişahın malumu oluverdiler ve bu bahaneyle iş görüp dünyadan kâm alıverdiler. Şu halde, ahmaklık edip onların davasını sürüp gitmek nedendir? Bu kavganın bize getirisi zarar ve ziyandan başka bir şey değildir” diyerek işbu kuru kavgaya karışmadılar. Ama gelin görün ki her iki taraftan da bir sürü ahmak kavgada ısrar edip tıpkı Kadızâde ve Sivâsî gibi meşhur olmak ümidiyle birtakım iddialara yapıştılar. Vaaz kürsülerinde birbirlerine laf sokmaktan geri durmadılar. Dille sataşma kılıç ve süngüyle çatışma noktasına varmak üzereyken padişahın duruma el koyması ve bazılarının adamakıllı tedip edilmesi kaçınılmaz oldu.

***

Müslüman toplumun başındaki sultanın üzerine düşen vazifelerden biri, her kim olursa olsun bu tür kuru dindarlık ve taassup sahiplerini yola getirip adam etmektir. Zira geçmiş dönemlerde taassup kavgasından çok fesatlar meydana gelmiştir. Gerek Halvetî/Sivâsî gerek Kadızâdeli ahmakların doğru yoldan göründüklerine bakmayıp iki taraftan birinin üste çıkmasına yol verilmemelidir. Dünyanın düzeni tüm halkın çizgiden çıkmamasıyla yürür gider. Haddini ve mertebesini bilip sınırı aşmayan kimseye Allah merhametiyle muamele etsin…

Birkaç gün önce kaybettiğimiz Prof. Dr. Hüsamettin Arslan Hoca’ya da Cenâb-ı Hak engin rahmet ve mağfiretiyle muamele etsin. Hoca’yı merak eden ve az çok tanımak isteyen, İbrahim Kiras, Beşir Ayvazoğlu, Yusuf Ziya Cömert ve Mevlana İdris’in birkaç gün önce Karar’da yayımlanan güzel yazılarını mutlaka okuyuversin.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (20)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.