Bir ‘Sakarmeke’ dertleri alıp götürdü

Bir ‘Sakarmeke’ dertleri alıp götürdü

‘Akılsız Socrates’le Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazanan Mehmet Fırat Pürselim, ‘Sakarmeke’ adlı yeni öykü kitabıyla okuyucuyu yeniden selamlıyor. Neredeyse tüm çalışmalarında kuşlara özel bir yer veren Pürselim “Kuşlar belki de senelerdir içimde tuttuğum dertlerim, sıkıntılarımdı. Bu kitapla birlikte onları serbest bıraktım” diyor.

ZEYNEP DELAV / KARAR

Akılsız Sokrates adlı eseriyle 2017 yılında edebiyat ödüllerindeki başarısıyla tanıdığımız  Mehmet Fırat Pürselim bu kez Sakarmeke ile karşımızda. Neredeyse bütün öykülerinde kuşların geçtiği Sakarmeke hakkında söyleştiğimiz Pürselim ‘’Kuşlar belki de senelerdir içimde tuttuğum dertlerim, sıkıntılarımdı ve bu kitapla birlikte onları serbest bıraktım’’ diyor. 

Çok yönlü bir yazar Mehmet Fırat Pürselim. İki öykü, bir roman bir de çocuk ve gençlik kitapları mevcut. Hayat Apartımanı adlı öykü kitabı 2012 yılında Naim Tirali Öykü Ödülü, yine bir öykü kitabı olan Akılsız Sokrates ile 2017 Türkan Saylan Sanat Ödülü’nü ve 2017 yılında Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazanan Pürselim yeniden bir öykü kitabıyla okurun karşısında. Aynı zamanda avukat olan M. Fırat Pürselim’i yazdığı tüm eserlerinde sağduyusunu ve anlama çabalarını yakından görüyoruz. Kendisiyle yeni öykü kitabı “Sakarmeke” hakkında söyleştik. 

Birçok kitabınız var ancak en başa dönersek, yazma serüveniniz nasıl başladı? 

Lisede çok sıkılan biriydim ve herkes hayattan sıkılıyor sanıyordum. Sıkıntıma ilaç niteliğinde şiir yazıyordum ama şifa istemiyordum ve derdimle mutluydum. Belki de sırf şiir yazabilmek için sürekli âşık oluyordum. Sonra bir gün şiirin bana âşık olmadığını anladım. O daha iyilerine layıktı. Fakat bunu anlaya kadar ben de ondan soğumuş ve gönlümü öyküye kaptırmıştım.

Defterlere sayfalarca yazıyordum ama dedim ya sıkılıyordum, sonunu getiremeden bir başkasına başlıyordum. Böyle böyle sayfalar dolusu bitmemiş öykü biriktirdim. Sonra üniversite bitti ve gerçek hayat başladı. Gerçek hayat sürekli A noktasından B noktasına giden ve aynı yoldan geri dönen bir örümcek ağıydı. Bir kez yakalandıktan sonra kurtulmak çok zordu.

Gündüzleri herkes gibi işe gittim. Akşamları herkes gibi işten döndüm, yemek yedim, film izledim ve uyudum. Kör karanlıklara pek kimsenin talip olmadığını keşfedince onları kendime ayırdım. Dörtlerde, beşlerde kalkıp aylarca öykülerimi temize çektim. İlk dosyamı hazırladığım zaman örümcek ağında bir delik açıldığını ve uzun zamandır sıkılmadığını fark ettim.

Bilinçakışı, iç monolog, hayal, rüya bütün bunlar kitaptaki bütün öykülere sinmiş durumda. Buradan çıkışla şunu sormak istiyorum, yazar onu ciddi biçimde rahatsız eden şeyleri öyküleştirince daha mı sıkı sarıyor? Siz bütünde bunu mu tercih ettiniz? 

Bilinçakışı, iç monolog, hayal, rüya hatta sayrı, sayıklama bunları bile isteye bilinçli biçimde kullandım. Öyküyle okur arasındaki çizgiyi en incesinden çekmeye çalıştım. Beni ciddi biçimde rahatsız eden, dert edindiğim çok fazla şey var ve bunlarla ilgili deneme ya da makale yazabilirim ama öyküleştirebilmek başka bir şey arıyorum. İçselleştirebilmek hareket noktam oluyor. Samimiyetinizi koyamadığınız yerde klişeye kayıyorsunuz ve Nazım Hikmet’in de dediği gibi ‘Bence Artık Sen de Herkes Gibisin’ oluyorsunuz.  Cem Karaca şarkı olarak nefis söylüyor bunu ama öyküde pek de güzel durmuyor.

“Sakarmeke” neredeyse bütün öykülerinde kuşların geçtiği bir öykü kitabı aynı zamanda kitabınızın altını kalın çizdiği metaforu. Kuş sizin için özgürlüğü mü temsil ediyor? Başka temsil ettiği bir şeyler var mı? 

Dosyayı tamamladıktan sonra bütün halinde okuduğumda şaşırtıcı biçimde hemen her öyküde kuşların kanat çırptığını fark ettim. Kuşlar belki de senelerdir içimde tuttuğum dertlerim, sıkıntılarımdı ve bu kitapla birlikte onları serbest bıraktım. Bunu sonra çok düşündüm.  

Evet özgürlük ama aynı zamanda tutsaklıktır da kuşlar. Pencereler açık olduğu halde yürüyerek kafesine giren kuşlar gibiyiz aslında hayatta. Kanatlarımızın olduğunu unutmuşuz ya da korkudan yokmuş gibi yapıyoruz.  

Nevzat Süer Sezgin’e ithaf ettiğiniz öykü  “Turna” aynı muhasebe bürosundaki iki kadını anlatıyor. Turna’nın ansızın kanatlarının çıkması neyi göze almasıyla ilgili? Görkemli kızıl kanatlarını neye borçlu? 

Kuşların ilk uçuşunu hiç izlediniz mi? Ben martılarınkine birkaç kez denk geldim. Büromun karşısındaki eski binanın çatısını yuva olarak benimseyen martı ailesinin hayatına pek çok kez davetsiz misafir oldum. Yavruların da kendilerini yüksekten boşluğa bırakırken korktuklarını gördüm. Cesaret edemezlerse ömürlerini bir çatının kiremitleri arasında tüketeceklerini birileri onlara söylemiş olmalı. Az önce söylediğim gibi hepimizin kanatları var aslında. Fakat bizler kuşlar kadar cesur değiliz. Gökyüzüne karışmaya cesaret edemediğimizden ömrümüzü hep aynı çatının kiremitleri arasında tüketiyoruz. Turna, gökyüzüne karışmaya göz alabilecek kadar cesur biri.  

“Ufak Bi’ Teslimat” öykünüzde işsiz bir genç ve artık bu dünyadan göçüp gitmek isteyen yaşlı bir adamın öyküsünü okuyoruz. Aslında öyküde her iki insanla da empati yapıyor okur, siz karakterlerinizle empati yaparken taraf tutuyor musunuz? Birisi, diğerinden daha mı çok haklı? 

Nasıl ki, anne babalar her çocuğumu eşit severim dediği halde kimini daha fazla kayırırsa yazarlar da kahramanlarından bazısını bilerek ya da bilmeyerek biraz’cık daha fazla tutuyor olabilir. Ufak Bi’ Teslimat’ta işsizliği bir pranga gibi ayağında taşıyan gence iş bulması için torpil yapmış olabilirim. Teknolojiyle birlikte insanın pek çok alanı otomatlara kaptırması neticesinde işsizlik artıyor. Bizimki gibi aile ilişkilerinin güçlü olduğu toplumlarda bu sorun bir şekilde devlete yansımadan aile içinde hallediliyor. Ama bunun bir çözüm olmadığını büyüyen işsizlikle birlikte görüyoruz. Hani Komünist Manifesto’nun başında denir ya, Avrupa’da bir hayalet dolanıyor. Komünizm hayaleti. 19. Yüzyılın hayaleti 21. Yüzyılda yerini işsizliğin lanetine bırakmış gibi ve bu lanet maalesef gün geçtikçe dünyayı ele geçiyor.

“Ledli Zaman Hikâyesi”, “Atatürk Yalnızlığı” ve “Martı Avcısı” kitabın eleştirel yönleri yüksek olan, adeta gerilimli öyküler. Buradan çıkışla düşünsel boyutu da dahil ederek, insani yaşam standardı size göre nasıl olmalı? 

Ledli Zaman Hikâyesi distopik, Atatürk Yalnızlığı büyülü ve sert gerçekçi, Martı Avcısı gerçekçi metinler. Hepsinin ortak noktası ise eleştirel metinler olması. Haklısınız tamamında da yavaş yavaş yükselen bir gerilim var. Bir yazarın derdinin olması gerektiğini düşünüyorum. Ama bunları okurun gözüne soka soka anlatmasından bahsetmiyorum. Hatta en güzel toplumsal metinlerin bağırarak slogan atanlar değil usulca hissettirilenler olduğuna inanıyorum. İnsani yaşam standardı sorunuza gelecek olursam. Fakirliğin değil zenginliğin bölüşülmesi gerektiğine inanıyorum. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin servetinin yüzde 99’un toplamına eşit ve hatta en zengin 26 kişininkinin yarısınınkiyle kafa kafaya olduğunu gerçeği karşısında; siz zaten zenginliği bölüştürdüğünüzde insanların yaşam standardı otomatik olarak yükselecektir. Şiddet içermediği sürece insanların serbestçe düşüncelerini ifade edebilmelerinin de insani yaşam standardına dahil olduğunu ekliyorum. Bir de kişi başına sarılacak ağaç miktarı ne kadar yüksekse o toplumun o kadar insanca yaşadığını düşünüyorum.

“Erektus Kalesi” öykünüzle toplumun kadına bakışını yüksek dozda ironiyle harmanlamışsınız. Bunu son zamanların kanayan yarası olan “Kadın Cinayetleri” mevzusuna bir tavır olarak düşünebilir miyiz? 

Erektus Kalesi, eski kelimelerle örülü dili ve destansı biçimiyle kadim bir tarihi anlatıyor gibi dursa da aslında kara bir gelecekte geçen distopya. Kadına şiddet ülkemizin en büyük ayıbı. Avukat olarak, girdiğim kimi davalarda bu hastalıklı kafayı daha yakından tanıyorum. Adam, kadını malı olarak görüyor ve kıymet vermiyor. Kadın tamam o zaman ayrılalım diyor, gitmesine de izin vermiyor. Vandallığını sevgi zannediyor. Bir kerecik Selvi Boylum Al Yazmalım’ı izlemiş olsa sevginin emek olduğunu bilecek, belki de. Emek vermek istemiyor sadece sahip olmak istiyor. Her yazdığım kitapta mutlaka kadının maruz kaldığı erkek şiddetine karşı edebi metinler kaleme aldım. Burada bir kez de doğrudan söyleyeyim. Şiddet sadece fiziksel olmaz, cinsel, psikolojik, ekonomik, sosyal şiddet de vardır ve her biri eziyet vericidir.

 “Bekledim De Gelmedin” öyküsünde, sevmenin, sevilmenin tarifini yapıyor gibisiniz. Sizce sevmek mi daha çok fedakârlık istiyor, sevilmek mi? 

Sevilmek kolaydır, aşığınızdan hoşlanmıyorsanız en fazla tahammül gerektirir. Oysa sevmek karşılıksızdır. Kendini feda etmek demektir. Ateşe uçan pervaneler gibi yanacağını bile bile aşığınızın yörüngesinde uydu olmaktır, hatta sırf o ateşte yanmak için dünyalardan vazgeçip uydu olmaktır.    

Son olarak, okurlarınıza ne söylemek istersiniz? 

Pandemi döneminde pek çok butik kitapçı kapandı ya da kapanma tehlikesiyle karşı karşıya. Kitap okumayı sevenler bugün kendilerine bir hediye versinler ve hiç tanımadıkları bir yazar keşfetsinler. Keşif için kitabı elinize almak, sayfalarını karıştırmak, birkaç sayfa okumak, kapağındaki ufacık ayrıntılara dikkat etmek gerekir. İyisi mi, bir butik kitapçıya gidip rafları biraz talan etsinler.     

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar
YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Diğer Haberler
Son Dakika Haberleri
KARAR.COM’DAN