CHP’nin ‘merkez’ine yolculuk

Ana muhalefet partisinin kökleri geçmişe uzanan çok ciddi bir açmazı var. Ne olursa olsun, toplumun çoğunluğunun desteğini alamıyor.

Oyları -çok partili devirdeki rekorunu kırarak yüzde 41,3 aldığı- 1977 seçiminden bu yana yüzde 25’in üzerine hiç çıkmadı. Bu duruma çözüm olarak iki farklı siyaset önerisi tartışılır durur CHP’de yıllardır. Bunlardan biri partiyi merkezde konumlayarak toplumun bütününe ulaşabilmeyi temin etme fikri. Diğeri partiyi sola çekerek toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin desteğini alma yaklaşımı. Bu iki görüşün de sahipleri diğer görüşün sahiplerini partinin oy almasına engel olmakla suçlarlar öteden beri.

Galiba problem hem “sol” hem de “merkez” kavramlarının Türkiye’deki karşılıklarının belirsizliğinde. İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili hayata geçişimizin ardından Demokrat Parti iktidarları devrinde gerçekleşen büyük “transformasyon” neticesinde siyasi ve toplumsal merkezin hızla daralması üzerine merkez partisi kimliğini terk edip İsmet Paşa’nın ağzından “ortanın solunda” yer aldığını açıklamıştı CHP. Bu hamlenin ideolojik bir tercih değil toplumsal ve politik konjonktürün icabı olduğunu kabul etmek istemeyenlerin tartışmasıdır CHP’deki merkez-sol tartışması.

Partideki “sol kanat” Türkiye’nin sosyolojik gerçekleri yerine Marksist literatürün ezberlerini siyasetinin temeline koyduğu için halka ulaşamadı. Halka ulaşılamadı çünkü SHP adı altında faaliyet gösterilen bu dönemde “salon solculuğu”nun ötesine geçilmedi. (Bugünkü HDP’nin atası olan HEP’in kurucularının katkısı ise Kürt asıllı seçmen tabanını siyasetin ana gövdesinden koparıp uzaklaştırması oldu.) Sol kanat Ecevit’in 1977’de aldığı rekor oyu o dönemde CHP’nin gecekondulara ulaşılmış olmasına bağlıyordu. Mamafih kendileri ne gecekonduya ulaşmak için gayret gösterdiler ne de Ecevit’in aldığı oyda “Kıbrıs fatihi” oluşunun etkisini hesaba kattılar.

***

Buna mukabil partinin sola açılmasının yanlış, merkeze yönelmesinin doğru siyaset olduğunu düşünenlerin ise “merkez”inde problem vardı. 1980 öncesinin “merkezci”leri enikonu tarihdışı bir yaklaşımla ideolojik merkezi toplumsal merkezin yerine ikame etme hayalciliğine kapılmışlardı. Daha da kötüsü bu merkezci gruplar CHP’yi bir siyasi parti olarak görmüyor, asker ve sivil bürokrasinin devlet üzerindeki hakimiyetinin yardımcı unsurlarından biri sayıyorlardı. Dolayısıyla halktan oy almak ve iktidara gelmek (çünkü fikirleri her daim iktidardaydı) gibi düşünceleri ve arayışları yoktu. CHP’nin gerçek anlamda siyasi parti gibi davranmaya başlaması -SHP tecrübesini saymazsak- Deniz Baykal döneminin hadisesidir. Ancak Baykal hem partideki merkezci yapıyı aşamadı hem de parti dışındaki tarihi müttefiklerinin kendisini sürüklemesine engel olamadı.

Pragmatist ve yüksek iletişim kabiliyetine sahip -ama yetiştiği dönem itibarıyla demokratik hassasiyetleri zayıf- bir siyasetçi olarak gördüğümüz Baykal’dan sonra CHP’nin başına geçen Kemal Kılıçdaroğlu sessiz sakin mizacıyla pek ümit vermiyordu parti tabanına. Ama kısa zamanda partiye hâkim olup bunca zamandır da liderliğine bir alternatif çıkmamış olması kim ne derse desin attığı adımların isabetli oluşuyla ilgili.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük başarısı herhalde İstanbul ve Ankara belediyelerini bir bakıma çeyrek asır sonra AK Parti’nin elinden almış olması. Ama bu başarıyı partisinin oylarını arttırarak değil fonksiyonel bir muhalefet bloğu inşa edip muhalif seçmenin kimi yerde aralarındaki ideolojik uçurumlara rağmen ortak hareket etmesini sağlayarak elde etti. CHP lideri partisinin probleminin sağla, solla, merkezle ilgili olmadığının farkında. Daha doğrusu, “sağ, sol, merkez” gibi kavramları hayatın ve toplumun gerçeklerinin önüne geçirmenin siyasi başarı getirmediğinin farkında.

***

Toplumun sağına soluna değil tümüne ulaşabilmesi gerektiğini parti politikası haline getirmeye uğraşan Kılıçdaroğlu’na en önemli destek ise kendi partisinden değil, rakibi Erdoğan’dan geldi. AK Parti liderinin ihdas ettiği başkanlık rejiminin seçim sisteminde “yüzde elli+bir” oy alma zorunluğu ittifakların önünü açtı ve bilhassa iktidarın dışlayıcı dilinin de etkisiyle hiç umulmayan bir sonuç ortaya çıktı. Tabiri caizse “beş benzemez” İstanbul ve Ankara’yı iktidar partisinin elinden almakla kalmadı önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimi için de mümkün senaryoları ortaya çıkarmış oldu.

Bunun en önemli sonuçlarından biri Kılıçdaroğlu’nun partisindeki etkisinin kökleşmesi ve CHP liderinin siyasi stratejisinin adeta doktrin değeri kazanması olacak gibi görünüyor. Nitekim, Fikret Bila’nın T24’te yazdığına göre, CHP yeni bir parti programı hazırlığı içinde. Önümüzdeki genel kongreye yetişecek yeni programda “CHP’ye oy versin veya vermesin her kesimle diyalog kurulması ve mevcut koşullarda ‘Demokratlar İttifakı’nın oluşturulması politikası ve uygulaması” siyaset ilkesi olarak “Kılıçdaroğlu yaklaşımı” adı altında yer alacak.

Bu demektir ki siyasi konjonktürün gerektirdiği geçici bir çözüm gibi görünen “Kılıçdaroğlu yaklaşımı” -CHP’yi muhalefet bloğunun “merkez”ine yerleştirme başarısı sayesinde- kalıcı bir parti ilkesine dönüşmüş olacak. Bu da partinin bundan sonra toplum kesimleriyle kuracağı ilişkinin ve geliştireceği diyaloğun yönünü belirleyecek.

Ancak CHP genel başkanından veya onun danışmanları ile kurmay kadrosundan ibaret bir yapı değil. Tavandan da tabandan da buna karşı direniş olacaktır. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun dışarıda kazandığı mücadelenin benzerini kendi içinde kazanması çok daha zor olacaktır. Bekleyip göreceğiz.

YORUMLAR (70)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
70 Yorum