Görüşler

Devletin ideolojisi kurucu felsefeyi taşıyabiliyor mu?

Devletin ideolojisi kurucu felsefeyi taşıyabiliyor mu?

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin Kurucusu Tarık Çelenk “İdeolojiyi ve bekayı devletin derinliklerinde aramak yerine önümüzde çok açık duran kurucu felsefeyi milletin vicdanında keşfetmek tek çıkış yolu” diyor.

AK PARTİ NEDEN İDEOLOJİK ORTAKLARA İHTİYAÇ DUYUYOR? 

Güncel siyasette şu günlerde popüler bir soru mevcut. Bu soru da % 40’lar civarında oy potansiyeli olan Ak partinin, neden MHP ve hatta Vatan partisine ihtiyaç duyduğu desteğe ilişkindir. Daha çok Ak partinin kucağında bulduğu, Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde MHP’nin siyasi ağırlığı anlaşılır bir şeydir. Ancak kamuoyu, özellikle bu denklemde % 1’in altında oy potansiyeli olan Dr. Doğu Perinçek’in orantısız (varsayılan) siyasi ağırlığını anlamakta zorlanmaktadır. 

Bu sorunun cevabı için siyasi ve ideolojik ağırlık ayrımına gitmemiz gerekebilir. Demokrasiye 1950’lerde geçişimizle halkın oylarıyla gelen iktidarlar ülkeyi yönettiler. Ancak asker ağırlıklı atanmış kurumsal güvenlik bürokrasisi de, özellikle MGK üzerinden devletin sivil yöneticiler üzerindeki kırmızı çizgilerini belirlediler.

Sivil alan, bir bakıma bazıları açısından politikacıların ekonomi ve rant ağırlıklı yönetebilecekleri kendilerine devredilmiş alandı. Devletin başta dış ve iç güvenlik siyasetini, devletin 1914’lerden buyana gelen geleneksel varsayılan değişemeyen kurucu ideolojisi belirliyordu. 

HALKTAN OY ALABİLME YETENEĞİ 

Bu muvacehede detaylara geçmeden, siyasetin (Ak parti) ülkeyi yönetebilmek amacıyla halktan oya ihtiyacının olduğunu, güvenlik bürokrasisinin de tarihsel ve kurumsal bir geleneğin devamı olarak da bunun ideolojisi ile var olabildiğini ifade edebiliriz.

Bugünkü anlamda Ak parti oy alma kapasitesiyle siyaseti, ittifaktaki iki parti ise derin ideolojiye sahip temel bürokrasiyi temsil ettiklerine inanmaktadırlar denilebilir. Böyle bir ittifak da ülkemizin böylece yaşanan sistem krizlerinden sonraki yönetim modelini oluşturmakta. 

STATÜKONUN DIŞINA TAŞMAYA ÇALIŞANLAR 

Doğrusuyla ve yanlışıyla, demokrasi tarihimizde oy alabilme gücü etkin olan Adnan Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Gül ve Erdoğan ideolojik statükoyu zorlayıp aşmaya çalışmışlardır. Bunun en somut örneklerinden birisi merhum Özal’ın Musul Vilayetini ülkenin sınırlarına federasyon olarak katma çabasıdır denilebilir. Özal kendi ifadesi ile baba Bush’u ikna edebilmiş ancak bizim bürokrasiyi ikna edememişti. 

OSMANLI’NIN REFORMLARIYLA YÖNETEMEME SORUNU 

Bugünün beka versiyonu derin ideolojinin oluşmasında 19.Yüzyılın başlarında devleti aliyemize karşı gerçekleşen etnik isyanlar ve ardından ayrılmaların rolü büyüktür. İmparatorluk artık toprağa dayalı iaşe ve ibate gelir sistemiyle ekonomisini sürdüremiyordu.

Sanayi ve ticaret devrimi lojistiği ve savunmayı yeniden tanımlıyordu. Bunun temelinde de ne kadar yıkıcı olsa da aydınlanma düşünce devriminin matematik-fizik dönüşüm modeli olarak da sahaya yansıması vardı. Devleti-aliyemizin muhterem yöneticileri ise işin bu tarafını hep ihmal etmişlerdi. Osmanlı’ya karşı başlayan sonradan da etnik niteliğe dönüşecek isyanların çoğu idari adaletsizliklere karşı tecelli etmiştir.

Sırp isyanı iki ayrı adalet talebinin sonucu sıradan bir domuz çobanı Kara Yorgiyi halk kahramanından, dış yapının müdahalesi ile de ulusal bir kahramana dönüştürmüştür. Müslüman masum Türk ve Kürtlere işkenceleriyle tarihe geçen Antranik paşa lakaplı Şebinkarahisarlı Osmanlı Ermenisi bir yük işçisiydi. Onun da etnik bir katliamcı milliyetçi isyancıya dönüşme hikayesi benzerdir.

Osmanlı hukuk ve idari reformları ile merkezileşmeye çalıştı. Bu reformları bu kadar geniş topraklarda taşıyabilecek ekonomiyi üretemedi. Tersine başarılı reformların bir kısmı yolsuzluklarla heba oldu. Sonunda da zaten iş, devrin devlet adamı ve alimi Ahmet Cevdet paşanın “Maruzat” ında yazdığı gibi, etnik grupların imparatorluk içinde eşit statü istemeleri ve hak taleplerinin bir tür baş kaldırı olarak değerlendirilip bastırılması gereken bir eylem olarak belirlenme noktasına gelinmişti. 

OSMANLININ NİTELİKLİ GAYRİMÜSLİMLERİ 

İşin bir başka yönü de nitelikli sermayenin ve zanaatın Osmanlı Hıristiyanları, Yahudileri ve Dönmelerinde olmasıydı. Bunların çoğu askerden muaf batı eğitim kurumlarında eğitim almışlar, dil bilirler ve yabancı dünya ile iyi ilişkiler kurabiliyorlardı. İmparatorluğun dış dünya ile ticaret ve üretim rekabetinde bu sınıf yegâne şansıydı. Ancak pek iyi değerlendirilemediler. Üretim ve ticaretten ziyade faizli borç finansman modelinde öne çıktılar. 

Özellikle Abdülhamit döneminde eğitim, lojistik ve hizmet altyapısına yönelindi. Belki de Cumhuriyetimizin alt yapı kurumları oluşturuldu. Ancak imparatorluğun iddialarını taşıyabilecek bir ekonomik düzen yine oluşturulamadı. 

DERİN İDEOLOJİ OLUŞURKEN 

İttihat Terakki Cemiyetinin 1907’lerde illegal Selanik kongresinde imparatorluğun planlı tasfiyesini kararlaştırmıştı. Türk ve Kürt ana Müslüman unsurun Anadolu’ya esas olan güvenli alanına misakı milli adı sonradan verilecekti. Enver, Talat ve Cemal’in oluşturduğu icra merkezini ideolojik olarak Ziya Gökalp, Bahattin Şakir, Dr. Nazım ve sonradan bu gruptan pişman olup ayrılan Ahmet Rıza beylerin oluşturduğunu görebiliyoruz.

Bu karar mekanizması güvenli alanda artık Hıristiyan unsur istemiyordu. Tek vatan, artık tek ulus ve tek dine doğru yol alıyordu. Böylece bugünlere uzanan ideolojik yaklaşımın nüvesi belli oluyordu. M. Kemal Atatürk devleti kurarken bu miras kendisine zorunlu kaldı. Kendi vizyonu doğrultusunda bu mirası yorumlamaya dengelemeye çalıştı. Osmanlı Hıristiyanları tehcir, mübadeleler veya karşılıklı acılarla tasfiye edilmeseydi bugün ülkemiz ne ve nasıl olurdu?

Bunun cevabı oldukça hipotetik ve zor olabilir. Ama bugünlere kadar hala belirleyiciliği ortadan kalkmamış bir tartışmadır da bu. İki tezinde insani yönünü bir tarafa bırakırsak tutarlı yönleri olabilir. Allah’ın yaratılışta ve özgür iradede de farklı kıldığı ve tercih hakkı tanıdığı alemde yeknesak bir siyasi düzenin hep sürdürülebilirliği de ayrıca kolay cevaplanamayacak bir konudur. 

KURUCU FELSEFE 

13. Yüzyılın sonlarında Balkan ve Anadolu’nun kaos ortamında Orta Asya kolonizatör dervişlerinin insan sevgisiyle kurulan, Osmanlının kurucu felsefesi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” üzerineydi. Özellikle Balkan ve Anadolu Hıristiyanları üzerine kurduğu rıza üretme mekanizması bunun üzerineydi. Siyaset yapma tarzımız ne kadar kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı olursa olsun, Anadolu topraklarında 1000 yıllık insan sevgisinin izleri derinlerde hala mevcuttur.

Bugün Türkiye 20. yüzyılın başındaki Türkiye değildir. Tüm iç ve dış sorunlarına rağmen ülkemiz, dünyanın ilk 20 ekonomisi içindedir. Yumuşak ve sert güç caydırıcılık potansiyeli açısından da bölgesel belirleyici aktördür. Bugünün şartlarında artık kurucu ideolojinin ülkenin bedenine artık uyamayacağına dair ısrarlı güçlü bir azınlık dışında genel bir sessiz toplumsal bir mutabakat mevcuttur.

1914’ün mutasyona uğramış olan ideolojisi, deneyimlerini göz ardı etmeksizin artık 1000 yıllık bir kurucu felsefeyi taşıyamamaktadır. Belki de ideolojiyi ve bekayı devletin derinliklerinde aramak yerine önümüzde çok açık duran kurucu felsefeyi milletin ve halkın vicdanında keşfetmek tek çıkış yolu olarak önümüzde durmaktadır.

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir