Sadece rüzgarın ve serçelerin sesleri bir de namaz vakitlerinde bitişikteki tarihi caminden gelen çoğu zaman kötü okunan ezanın sesi duyulurdu. Ama o bahçede insan kötü okunan ezana bile tahammül edebilirdi. Birkaç selvi ağacı ve yeşillikler içinde kırmızı güllerle bezeli avlunun ortasında beyaz mermerden yapılma küçük, zarif bir havuzun ortasındaki fıskiyeden incecik, mütereddid sular yükselirdi. Havuzun suyunda serçeler ürkek yıkanırdı.
Abdullah amca sabahları erken gelip çayı koyar, omuzları çökük ayaklarını sürüye sürüye, ağır ağır bahçeyi süpürür temizler, çimenleri sular, gülleri budar. Bahçeyi “asude bir bahar ülkesi” yapan odur. Vallahi yüzünden hüzünlü de olsa tebessüm hiç eksik olmazdı, işi bitip de yorgun oturduğunda bile. O zamanlar konuşurken sesi iyice titrer, Sivas Kömür İşletmelerinden tekaüt olduğunu ve tabii ki ciğerlerini kaybettiğini hatırlardım.
Biz hücrelerin birinde meşk ederken sessizce kapıyı aralayıp “çocuklar taze çay demlendi” der, bazen de çay tepsisini elleri titreyerek kendisi getirirdi.
Sonra işler değişti. Birkaç kere telefonla görüştük. Bir telefonuna cevap veremedim, sonra da onu hiç arayamadım. Çok zaman geçti, ihtimal ölmüştür. Ona Fatiha okuyorum. Ruhu şad olsun.