Görebilir miyiz acaba?

Kötü haberler. Muson yağmurları. Sellerde can veren binlerce Hintli.

Depremler. Kırılan fay hatları boyunca yıkıntılar altında kalıp ölen insanlar.
Kentleri, ağaçları, otomobilleri savurup atan kasırgalar.
Savaşlar.
Katliamlar.
Açlık felaketleri.

Kazalar. Bir geminin batması, bir trenin bir başka trenle çarpışması, bir otobüsün uçuruma yuvarlanması.
Soğuk savaş yıllarında ‘üçüncü dünya’nın karakteristik haberleriydi bunlar.
Hepsi uzaktaydı. Başka yerlerdeydi. Başkalarını ilgilendiriyordu. Hele ‘birinci dünya’da yaşıyorsanız.
Kimin evi yıkılıyorsa onu.. Kimin üstüne bomba atılıyorsa onu.
Çoğu zaman yoksulları. Dünyanın yoksul bölgelerini.
Sık sık Ortadoğu’yu. Bazen Uzakdoğu’yu.
Küresel dünya.

Bütün haberleri alırsın. Bütün haberleri okursun, dinlersin, vicdanına, insafına göre, üzülürsün, öfkelenirsin, acırsın, için yanar...
Ya da ‘bana ne’ dersin, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ dersin, ‘onlar müstahak’ dersin...
‘Tedbir alsaydılar’ dersin, ‘onlar Müslüman’ dersin, ‘onlar Hindu’ dersin, ‘onlar Arap’ dersin...
‘Başkasının ölümü’dür işittiğimiz. Başkasının felaketi.
Çok ilgilensen de, umursamasan da başkasının, ötekinin, ötekilerin...
Yavaş yavaş uyandık korona virüsü piyasaya çıkınca.
Önce salgını Çin’e tahsis ettik.
Dünya küresel, ama virüs Çinli.
Virüs akıllıymış.
Küçücük, ama çok akıllı.
Canlı değil. Var olmak için insana, insan hücresinin çok küçük bir birimine tutunmaya muhtaç.
Buluyor insanı.
İnsanın içindeki o küçücük yere tutunuyor.
Çoğalıyor, çoğalıyor, çoğalıyor.
Sonra öldürüyor.

Coğrafya gözetmiyor. Din, mezhep, ırk, ayırt etmiyor.
Azgelişmiş, çok gelişmiş demiyor.

Allahu Teala’nın, küffarın ya da sapkın olduğunu düşündüğünüz kavimlerin başına bir afet gönderdiğini düşünmüş olabilirsiniz.
Birkaç gün veya birkaç hafta sonra bu düşünceniz sıvışır gider.

Allah’ın, ne gönderdiyse, hepimize gönderdiğini anlarsınız.
İbret almak serbest, nalıncı keseri gibi kendine yontmamak şartıyla.

Kendi ettiklerimizin neticesidir diye düşünüp kendimize çeki düzen vermenin kimseye zararı olmaz, bilakis, faydası olur.
Gözümüzle gördüğümüz gerçek şu: Bir virüs peydah oldu ve dünyayı birkaç hafta içinde hiç birimizin hayal edemeyeceği biçimde, hiç birimizin hayal edemeyeceği ölçüde değiştirdi.
Sokaklar ıssız, terminaller, garlar, havalimanları, çarşılar, pazarlar, metrolar, otobüsler, gökdelenler, AVM’ler, meydanlar ıp-ıssız.
Taksim’de, İstiklal’de, Sirkeci’de in cin top oynuyor.
Mekke’de Harem-i Şerif bomboş. Medine’de Mescid-i Nebevi bomboş.
Vatikan’da, Aziz Petrus Meydanı’nda Papa boşluğa doğru Pazar Ayini yapıyor.
New York’ta 24 saat hayatın hiç durmadığı Time Square’de kimse yok.
Champs Elyzee’de hiç kimse yürümüyor.
Virüs, dünyanın her tarafına, torpil yapmayan, makam, mevki, servet, sınıf gözetmeyen bir ölüm korkusu olarak yayıldı.
Ne kadar çok dünya, o kadar çok korku.
Yöresel değil, milli değil, evrensel, külli bir ‘fena’ hissi.
Küçük dağları biz yaratmıştık değil mi?
‘Burası bizden sorulur’du, şurası da bizden sorulurdu.
Kuvvetli, kudretli, delikanlı, muhteşem...
Harikaydık. Acayiptik.
Değilmişiz o kadar.
Minicik şey.
Geldi, bizi zapt ü rapt etti.
Görebilir miyiz acaba?
Minicik virüsün bize ispat ettiği aczimizi?
Dünya, kendisini yeniden düşünür mü?
Biz, dünyayı yeniden düşünür müyüz?
Yoksa... İnsan kelimesiyle ‘nisyan’ kelimesi arasındaki akrabalığa uygun bir şekilde, unutur muyuz bela geçip gittikten sonra?
Döner miyiz ihtiraslarımıza, tekebbürümüze, kavgalarımıza?

YORUMLAR (17)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
17 Yorum