Görüşler

Devlet neden var?

Devlet neden var?

‘Dindarca Öldürmek’ kitabının yazarı Muhsin Altun, 28 Temmuz’da başlayan orman yangınlarına müdahaledeki yetersizlik tartışmaları üzerinden değerlendirmede bulunuyor.

NEREDE BU DEVLET?

Kamu otoriteleri özellikle doğal afetlerle mücadelede yetersiz kaldığında, tepkimizi genellikle devletin “nerede” olduğunu sorarak gösteririz. Her fırsatta yurttaşların himmetine müracaat eden bir devletin zor anlarımızda ortalıkta görünmeyişi hepimizi öfkelendirir. Esasen modern toplumlar için devlet başarısızlığı korkutucu bir olgudur.

Ancak bu soru, ilkesel olarak devletin yokluğunu yadsıyan, varlığını ise ortak yaşam için zorunlu sayan bir anlayışı da temsil eder görünmektedir. Devlet ve otorite kavramlarının “fetişize” edildiği bir kültürel ekolojide yetişenler için, devletin bariz başarısızlığı şaşırtıcıdır.

Oysa belki de asıl şaşırmamız gereken, devletin nasıl olup da “var” olabildiğidir. Devletin başarısızlığı sorunu, neden ve nasıl var olduğu sorununun sadece bir yönüdür. Güçlü bir itiraz yükselmediği halde antik çağlardan beri devlet üzerine düşünenlerin çoğunun -açık ya da örtülü biçimde- onun varlığını gerekçelendirmeye odaklanmış olması anlamlıdır.

İnsan türünün yaklaşık üç milyon yıl boyunca yaşadığı yaygın toplumsal birim, özerk biçimde hareket eden, kendine yeterli küçük gruplardı. Nitekim antropolog Robert Carneiro, insanlık tarihinin %99.8’inin bu yerel gruplar tarafından biçimlendirildiğini tahmin etmiştir.

Son 6 bin yıldır sıra dışı bir şey ortaya çıktı: Devlet.

Devletin zuhuru, insanlığın uzun tarihi dikkate alındığında “anomali” (normalden sapmış) bir durumdur. Dahası, antropolog Roy Rappaport’a göre, uygarlığın kendisi bile “adaptif” (uyarlı) olmayabilir. Ne de olsa son 6000 yıldan beri vardır ve böylesine büyük bir deneyin başarısını teyit etmek için henüz erken sayılır.

Devletsiz toplumların çoğu, gerek kaynaklara erişimde gerekse uyuşmazlıkların çözümünde hiyerarşik olmayan, eşitlikçi modeller geliştirme başarısını göstermişlerdir. O kadar ki antropolog Pierre Clastres devletsizliğin bu toplumlar için bir yoksunluk sayılamayacağını, aksine onların “devlete karşı” örgütlendiklerini öne sürer. Yine de bu toplumlar -üretici güçlerin gelişimine paralel olarak- az çok merkezi biçimde örgütlenmiş siyasal yapıların ortaya çıkışını engelleyemediler.

Devletli toplumlar, bir kez ortaya çıkmakla yaygınlaşma eğiliminde olup; bugün dünya topraklarının ve halklarının nerdeyse tamamı devletlerin egemenliği altındadır. Buradaki ikilem açıktır: Bizler bugün tarihin bir anomalisi olan bu siyasal formasyona çok aşinayız; onun varlığını “doğal” bulurken insan deneyiminin %99.8’ini “istisnai” olarak görme eğilimindeyiz. Konformist bir çaydanlıkta demlenen “en kötü devlet bile devletsizlikten iyidir” tezi, uzun süredir dünya kamuoyuna “sağduyu” olarak servis edilmektedir.

Öte yandan, evrimsel antropolojinin bulguları, türümüzün psikolojik ve sosyal eğilimlerinin, büyüklüğü 25-50 kişiyi nadiren geçen grupları damgalayan seleksiyon baskıları altında geliştiğini göstermiştir. Endüstriyel olmayan teknolojilerle milyonlarca insanı bir araya getiren sosyopolitik sistemler yaratmış olmamız, bu yönüyle sıra dışı bir “başarı” sayılmalıdır.

İHTİYATLI İŞBİRLİĞİ

Araştırmalar, ekonomik ve ekolojik streslerle baş etme kabiliyetinin bu sıra dışı başarıdaki rolüne işaret etmektedir. Bu kabiliyet, büyük ölçüde “varlık sürdürme” (maişet) çabalarını işbirlikçi bir anlayışla örgütlemeye yönelten seleksiyon baskıları altında gelişmiştir.

Bununla birlikte, gruplar büyüyüp toplumsal karmaşıklık arttıkça işbirliğini tehlikeye atan “bedavacılık” (free-riding) ya da “hilekârlık” (cheating) eğilimlerinde de artış gözlenir. Nitekim ekonomi ve biyoloji disiplinlerindeki oyun temelli kuramsal analizler, bireylerin kolektif aksiyon bağlamında karşılaştığı teşviklerin kamu yararının sağlanmasına gönüllü katılımı desteklemekte yetersiz kaldığını, hatta bedavacılığı ve işbirliğinden sakınmayı desteklediğini göstermiştir.

Grup halinde yaşam ya da İbn Haldun’un tabiriyle “beşeri içtima”, üreme ve üretme kabiliyetini destekleyici çok sayıda avantaj sunmakla; insanlar toplu yaşam için doğuştan gelen güçlü dürtülere sahiptir. Ancak işbirliği kabiliyetine bağlı bu avantajlar, bencil bireylerin bedavacılık eğilimine karşı savunmasızdır. Keza, toplu yaşam bireyler arasında çatışma ve rekabet yaratır ki bu da karmaşık siyasi ortamları koşullandırır.

Siyasal karmaşıklık, kendi çıkarlarını “kolektif” olana önceleyen bencil ve hilekâr davranışları teşvik eder. Güç ve statü bireysel kazanç fırsatlarını artırdığından hilekârlık eğilimi özellikle sosyal tahakküm hiyerarşisinin en tepesindeki özneler için daha güçlü olacaktır.

Siyaset bilimciler John Alford ve John Hibbing’e göre, insani işbirliği, bedavacıları ve hilekârları cezalandırmaya dönük bir “ihtiyat” payı da içerir. İnsanlar, cömertliklerinden başkalarının avantaj sağlama olasılığına karşı duyarlı olmakla; kendini grubun üstünde tutan, herkese bedel ödeten ancak masrafa katılmayan bireyleri cezalandırmak için ilave maliyete katlanmaya hazırdırlar. İnsan siyasallığının bu yönde gelişmesi, büyük ölçüde grup halinde yaşamakla ilişkili adaptif sorunların yarattığı evrimsel baskılara atfedilmektedir.

İhtiyatlı işbirlikçi sosyal etkileşimlerinde iki temel kurala uyar: “İşbirliği yapan grup üyeleriyle işbirliği yap; işbirliğinden kaçan bedavacı ve hilekârları cezalandır.” İhtiyatlı işbirlikçiler, bir yandan grubun diğer üyelerine “iyi bir insan” olarak görünmek için çabalarken diğer yandan bencil grup üyeleri tarafından istismar edilmekten kaçınırlar. Grup halinde yaşamanın yol açtığı sorunlara karşı adaptif bir tepkiyi yansıtan bu eğilimler, insanları kolektif faydayı sağlamak için bireysel maliyetlere katlanmaya teşvik eder.

İhtiyatlı işbirlikçilerin davranışlarını, faydayı maksimize etmekten çok “enayi nefreti” (sucker aversion) yönlendirir. Kellogg İşletme Okulundan psikolog Leigh Thompson’ın literatüre kazandırdığı enayi nefreti kavramı, üretime katılan bireylerin diğer çalışanlara orantısız bir avantaj sağlamış olmaktan sakınacaklarını varsayar.

Siyasal bağlamda enayi nefreti, grubun yararı için maliyete katlanan ancak herhangi bir fayda sağlamayan bireyin, özellikle otorite pozisyonlarını işgal edenlerin öz çıkarlarını grubun yararına önceleyen eylemlerini cezalandırmaya hazır olmasıdır.

Kolektif eylemin evrimine dair son modellemeler cezalandırmanın rolüne odaklanmıştır. Bu modellemeler, bedavacılar cezalandırıldığı sürece kamu yararına katkıda bulunma isteğinin evrimsel anlamda istikrarlı olabileceğini göstermektedir. Keza, deneysel ekonomi alanındaki araştırmalar, bedavacıların cezalandırılma olasılığı yeterince büyük olduğunda daha yüksek işbirliği seviyelerinin yakalandığını göstermiştir.

Alford ve Hibbing’in araştırmalarından çıkan sonuç, ihtiyatlı işbirlikçilerin siyasal düzeyde alınan kararlara çoğunlukla “ben ne alacağım?” değil “kazıklandım mı?” temelinde tepki verdikleridir: İnsanlar enayi yerine konulduklarına inandıkları zaman işbirliğini bırakırlar; örneğin rutin hale gelen af paketlerine rağmen vergi ödemekten kaçınırlar. İnsanlar, yetki pozisyonlarının kişisel çıkarlar için kullanıldığına inandıklarında, alınan kararları -sonuçlarından bağımsız olarak- gayrimeşru görme eğilimindedirler.

Keza, Richard Lee ve Christopher Boehm gibi kültürel antropologlar, insanların “büyük adam davranışı” olarak adlandırdıkları davranışlara karşı uzun süredir güçlü bir nefret geliştirmiş olduklarını saptadılar: Özel muamele görme ve şahsını grubun üstünde tutma hakkına sahipmiş gibi davranan insanlara yönelik nefret. Bu nefreti, avcı-toplayıcı gruplardan modern siyasal sistemlere kadar genelleştirmek mümkündür.

Evrimsel psikoloji ve deneysel ekonomi alanındaki çalışmalar, bireylerin bedavacı ve hilekârları cezalandırmak için maliyete katlanmaya istekli olduklarını gösterse de toplumsal karmaşıklık arttıkça cezalandırma işi azımsanamayacak bir maliyet gerektirir. Bu durumda her potansiyel cezalandırıcı, bu maliyetten kaçınmak için yeterli teşvike sahip demektir. İşte tam bu noktada cezalandırmanın kendisi de bir kamu hizmetine dönüşecektir. Artık her bireyin, maliyetine başkalarının katlandığı cezalandırma hizmetinden “bedava” yararlanmak için teşviki vardır.

Dolayısıyla biz de insanların bu çelişkiyi (herkesin bedavacı olma potansiyeli) aşmak adına merkezi siyasal yapılar tesis etmek zorunda kaldıklarını varsayabiliriz. Çünkü cezalandırma işi, sadece enayi yerine konulmak istemeyen grup üyelerinin çabalarıyla başarılamaz. Etnografik bulgular, grup düzeyindeki yaptırımların alay, eleştiri, itaatsizlik ve dışlama gibi pratiklerle sınırlı olduğunu; nadiren öldürme ile sonuçlandığını göstermektedir.

İnsanlar krizlerle baş etme konusunda şaşırtıcı bir direnç göstermiş olsalar da yozlaşan liderleri devirme ya da onların “itibar” temelli gündemlerini sabote etme konusunda yavaş ve isteksiz davrandıklarını not etmeliyiz. Antik çağlarda da böyle yaptıklarından kuşku duymak için bir neden yoktur. Özellikle ekonomik kriz dönemlerinde, toplumun büyük bir kısmı eşitsizliğin doğallaştırıldığı ve kültürel bir mantık içine kazındığı ortak amaç ve değerlere bağlı kalmayı tercih edebilmektedir.

SONUÇ

Devlet, evrimsel ya da tanrısal bir zorunluluk olduğu için değil, zuhuru engellenemediği için vardır. Bu yüzdendir ki liderlerin güçlerini kamu yararı için kullanmalarının güvenceye alınması, modern siyasal sistemlerin merkezi sorunudur. Otorite pozisyonlarının, kişisel çıkar için kullanılma avantajı anlamında büyük bir potansiyele sahip olduğu sır değildir.

Modern demokrasiler, bu potansiyeli dengelemek adına bir dizi kısıtlamayı kurumsallaştırmıştır: Düzenli seçimler, güçler ayrılığı, görevlerin kurumlar arasında bölünmesi, bağımsız dış denetim, kurumlar içindeki ve arasındaki işleyişin anayasa ve yasalarla düzenlenmesi gibi uygulamalar, güç oyununun belirli bir “denge” içinde yürütülmesini kolaylaştırırken bedavacı ve hilekâr eğilimleri sınırlamak için de teşvikler sağlar. Sosyal seleksiyonun “sınırlanmış ve hesap veren” otorite lehine işlediği bir siyasal ekolojide, doğal nedenler dışında orman yangını çıkma olasılığı da düşük olacaktır.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir