Görüşler

Reform söylencesiyle statükoyu yaşatmak

Reform söylencesiyle statükoyu yaşatmak

Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer “Eğitim-öğretim alanı gibi ideolojik-politik aidiyet farketmeksizin tüm kesimler tarafından fetişleştirilmiş bir alanda meseleleri sorunsallaştırmak çdk daha da zorlaşıyor” diyor.

Türkiye’de bazı meseleleri gündem etmek, sorunsallaştırmak, eleştirel bir okumanın zeminine dönüştürmek çok zor. Hele hele eğitim-öğretim alanı gibi ideolojik-politik aidiyet farketmeksizin tüm kesimler tarafından fetişleştirilmiş ise alan, iş daha da zorlaşıyor. Bu zorluk veya alan fetişizmi her türlü eleştirellikten ve memnuniyetsizlikten muaf şekilde işliyor zannedilmesin.

Karşımızda daha karmaşık bir süreç var. Hem yoğun bir eleştirelliğin, tartışmanın, memnuniyetsizliğin mevzusu gibi görülüyor alan ama hem de bütün bunların yanında neredeyse paradigmatik hiçbir değişiklik geçirmeden varlığını tahkim ederek yol almaya devam ediyor, edebiliyor. Tıpkı bir reform söylencesine boğulduğumuz halde statükonun altın çağlarını yaşamasına devam etmesi gibi. 

***

Peki bu nasıl oluyor? Nasıl oluyor da eleştiriyi, tartışmayı, memnuniyetsizliği paratoner gibi çekip sistem için etkisiz hale getiren bu durumu yaşıyoruz, yaşayabiliyoruz? Burada iki tür eleştirellikten, konuşmadan bahsetmemiz gerekiyor. Birincisi ontolojik diğeri de ehlileştirilmiş eleştiri. Birisi yürürlüktekinin varlığını sorun ederken diğeri yürürlükte olanın eksikliklerini, aksaklıklarını sistemin yerleşik düzenini muhafaza ederek sorgulamaya çalışır.

Hal böyle olunca birincisi ciddi bir değişimi, dönüşümü ima ederken ikincisi mevcut olanın devamını, tahkimini önceler daha doğrusu bunu karşılama işlevi görür. Bu açıdan baktığımızda bizim eleştirelliğimiz, tartışmamız ve memnuniyetsizliğimiz sistemi hedef almaktan ziyade sistemin çıktılarına odaklanır, onları sorun eder. Örneğin akademik başarımız neden düşük diye sorar. Çözümü de yöntemde, teknikte, materyalde, öğretmen niteliğinde vs. arar.

Modern eğitim tarihimizin serencamı kabaca bu örnekte somutlaşır. Diğer tarafta başarısızlık söyleminin kendisini de sorunsallaştıran ontolojik bir eleştirellik de olabilir daha doğrusu olmalıdır. Bu tarz bir eleştirellik sistemin varlığını, işleyişini, kodifikasyonunu vs. hedef aldığı için gerçek anlamda bir yüzleşme ve çözüm imkanını barındırır. Aksi taktirde ehlileştirilmiş eleştiri, sistem içi ve sistemin varlığını gözeten niteliği ile zaten mevcudun teknik-tali boyutlarına abartılı bir dille hasredildiği için statükoya çalışıp bizleri gerçek alternatiflerden, arayışlardan mahrum bırakır.  

***

Bunların yanında bir de kamusal işleyiş ve kamusal dil arasında yaşadığımız ayrışmadan kaynaklanan keyfe kederlik eklenince ipin ucu büsbütün kaçıyor. Burada artık sistem için en ölümcül tespitler bile inanılması güç bir rahatlıkla, hiçbir maliyet oluşturmayan kayıtsızlıkla iletişim ağında yer bulabiliyor.

Örneğin Türkiye Özel Okullar Derneği’nin çevrim içi düzenlediği ‘Eğitimde Dijital Dönüşüm’ programına katılan Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un dijitalleşmenin tetiklediği dönüşümün kitlesel eğitimden kişisele doğru bir yön içerdiğini belirterek yaptığı şu tespit: Bu (dijitalleşmenin kişiselleşmeye, bireyselliğe imkan tanıması) insan doğasına daha uygun bir yaklaşım denebilir ama yine de içinde riskler barındıran yaklaşım.

Sadece kitlesel eğitim, eğitimin doğasına aykırı. Herkese 40 numara ayakkabı vererek ya da herkese aynı içerik, aynı kitap, aynı yöntem; bunun aslında eğitimin doğasına aykırı olduğunun hepimiz farkındayız. Kişiselleştirmeyi nasıl yapacağız? İşte tam da burada eğitim teknolojilerinin büyük katkısı devreye giriyor. İnsanların kendi doğalarına uygun, potansiyellerini ortaya çıkarabilecek ortamlar oluşturmada üretmenin rolü, teknolojinin rolü önem kazanmaya başlıyor.”

Bu örnek hem çarpıcı doğruluğu hem de dile getiren kişinin kimliği açısından etraflıca değerlendirmeyi hak ediyor. Bu sadece bireysel bir tutarlılık meselesi olması itibariyle değil yukarıda da değindiğim üzere kamusal işleyişimizi ve yerleşik kamusal dili hiçbir izahı gerektirmeyecek şekilde ayan beyan ortaya koyması açısından büyük önem arz ediyor.  

***

Şunu not ederek devam edelim: Dijitalleşmenin eğitim-öğretimde ne tür yapısal dönüşümlere yol açtığı çok önemli. Özellikle salgın sürecinin ardından yaşadıklarımız dikkate alınırsa. Sayın Bakanın tespitlerindeki bu kısımdan ziyade kamusal işleyişimizin ve  kamusal dilin keyfe kederliğinin müşahhas bir örneğini sunan boyutuna dikkat çekmeye çalışacağım.

Bilindiği üzere “Medeniyetler Çatışması” tezinin sahibi Huntington Türkiye’yi “yırtık ülke” olarak tanımlamıştı. Bu tanımlama modernleşme sürecimizin ortaya çıkardığı toplumun siyasal, kültürel ayrışmasını, bölünmesini tanımlıyordu. Sayın Bakanın konuşmasında ise somut bir şekilde karşımızda beliren başka tür bir “yırtılma”dan bahsedebiliriz. Bu yırtılmayı ayrı evrenler şeklinde işleyen bir söz/konuşma ve eylem evrenleri olarak tanımlamak gerekiyor.  

***

Bu ayrışmış evrenlerin birbirine değmediği sıradışı bir işleyişimiz var. Zorunlu, kitlesel bir yapıyı, yaşadığımız olağanüstü koşullara rağmen tahkim eden MEB’in en yetkili ağzı sürdürdüğümüz sistemi insan doğasına uygun olmamakla itham ediyor. Mesele şurada: Soyut, spekülatif, bağlamdan bağımsız bir konuşma olsa söylenen sözleri tolere etmekte sıkıntı yaşamayız. Ancak sözler doğrudan yürürlükteki uygulamayı hedef aldığı için ortaya garip bir durum çıkıyor.

İnsan doğasına aykırı ise kitlesel eğitim (ki bunun bir de zorunlu ayağı var ve bu konuşmada zorunlu eğitimin insan doğasına aykırı olduğu dile gelmiyor) pek çok ülkenin devlet teşkilatını gölgede bırakacak ve Sayın Bakanın Temmuz 2018’den bu yana başında olduğu bu yapının kitlesellik karakterinde ne tür dönüşümler gerçekleştirdi diye bir sorgulama içinde olmamız gerekmez mi? Bu eğitim insan doğasına aykırı ise MEB nasıl böyle duruyor ve siz geçmişten devraldığımız yapının doğasında anlamlı hiç bir değişikliğe gitmeden mevcudu sürdürerek nasıl bakanlık yapıyorsunuz? Bakanlık yapıyorsanız bu sözleri nasıl ve niye söylüyorsunuz?  

***

Sayın Bakanın yaptığı tespitin içeriğine itiraz ettiğim düşünülmesin. Yıllardır eğitim-öğretim faaliyetlerimizin kitlesellik-zorunluluk boyutunu en önemli mesele olarak değerlendiren birisi olarak bu tespitten çok da memnunum. Ancak gel görki yukarıda da değindiğim kamusal işleyiş ve kamusal dil karşımıza çok daha zor ve çerefilli bir durum çıkarıyor. Nedir bu ve bunu nasıl izah edeceğiz? “Yırtılmışlık” olarak nitelendirdiğim bu husus her biri birbirinden kötü olan iki durum çıkarıyor.

Birincisi kısaca bildiğiyle amel etmeme olarak değerlendirebileceğim husus. Yani mevzunun, meselenin ne olduğunu biliyorsunuz ancak ancak mevzunun, meselenin gereklerini karşılayacak bir eylemliliğe girişmekten, bireysel, sosyal veya politik sebebi ne olursa olsun, imtina ediyorsunuz. Bu izaha muhtaç bir durum. Zira konuşma ve eylem arasında bir bağ, bir bağlantı yoksa, her biri birbirinden bağımsız işleyen tabiri caizse ayrı evrenler ise o zaman alanla ilgili konuşmanın da, bir şeyler yapıyor olmanın da anlamı yok demektir. 

***

İkincisi ise daha da vahimi ne konuştuğumuzdan, ne yaptığımızdan büsbütün habersiz olmak anlamına gelir ki açık konuşmak gerekirse Türkiye’nin durumunun bu olduğu anlaşılmaktadır. Yani tarihsel olarak aktarıla gelen bir eğitim-öğretim pratiği var ve bu her türlü dış müdahaleyi püskürtebilecek sertlikte bir kurumsal varlığa dönüşmüş durumda. Bu kurumsal varlığın devamını pürüzsüz şekilde sağlayan şey ise eğitim-öğretim konuşmasının yürürlüktekinin paradigmasına halel getirmeyecek bir alanda ve yüzeysellikte yapılıyor olmasıdır.

Bu öyle bir ahval yaratıyor ki kitlesel eğitimin en katı ve hoyrat olanını sürdürürken kitleselliğin eğitimin doğasına aykırı olduğu tespitini de eşzamanlı olarak yapabiliyorsunuz. Bir tarafta zorunlu, kitlesel bir yapıyı tahkim edersiniz aynı zamanda bu tahkimatın içinde kitlesel, zorunlu eğitimi yermek için yazılmış kitabı Talim Terbiye Kurulu’nun önerisi olarak “bütün” öğretmenlerin sene başında okumasını resmi yazıyla zorunlu kılabilirsiniz.

Bu işleyişi ontolojik bir okumanı muhatabı kılamadığımız için atalarımızdan gördüğümüz aynıyla yapıp istediğimiz gibi de konuşabiliyoruz. Ne konuştuğuna, ne yaptığına dair bir farkındalığınız yoksa, konuştuğunuz ve yaptığınız şeyin neye karşılık geldiğinin şuurunda değilseniz şüphesiz kitleselliği tahkim edip bireyselliğin faziletlerini anlatabilirsiniz. Türkiye’de eğitim mevzusu malesef bu “yırtılmışlık” içerisinde birbirine değmeyen bir söz ve eylem pratiği olarak nasıl gelmişse öyle gitmeye devam ediyor. 

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir