Görüşler

Regis Debray ve medioloji

Regis Debray ve medioloji

‘Ütopyanın Sesleri’ kitabının yazarı Halil Turhanlı, Fidel Castro’nun davetine icabet eden genç entelektüel Régis Debray’in Latin Amerika’daki devrimci mücadelenin içinde yer alışı üzerinden değerlendirmede bulunuyor

Régis Debray’in 1960’ların başlarında Üçüncü Dünya halklarının anti-emperyalist devrimci mücadelesine sempati duyan genç bir entelektüel olarak Sartre’ın dergisi Les Temps Modernes’de yayımlanan yazıları hayli ilgi görüyordu. Genellikle Küba Devrimini yol gösterici bir model olarak sunan ve Latin Amerika’daki devrimci durumu analiz eden bu yazılarından biri İspanyolcaya de çevrilmiş, ; Fidel Castro bu yazıyı okumuş, yazarın Üçüncü Dünya’daki mücadeleler konusundaki bilgisinden ve analiz gücünden etkilenmiş, onu Küba’ya davet etmişti. Bu noktadan itibaren karşımıza tarih ve mit karşımı bir yaşam öyküsü çıkıyor. Fidel Castro’nun davetine icabet eden genç entelektüel Latin Amerika’daki devrimci mücadelenin içinde yer alıyor. Che Guevara’nın peşinde Bolivya’ya gidiyor, orada yakalanıyor, otuz iki yıl hapis cezasına çarptırılıyor, uluslararası etkili bir kampanyanın sonucunda serbest bırakılıyor.

Latin Amerika’daki anti-emperyalist devrimci mücadeleler konusunda kendi deneyimlerine dayanarak kaleme aldığı Devrim İçinde Devrim başlıklı kitabında fokoculuk olarak bilinen çizgiyi öven Debray 1970’lerin sonlarında de Gaulle’u koşulsuz destekleyen katı bir cumhuriyetçi oldu. O kadar ki eğer cumhuriyet ile demokrasi arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa tereddütsüz bunlardan ilkini kabul edeceğini açıkladı. 1980’lerde ise sosyalist Cumhurbaşkanı Mitterand’ın Üçüncü Dünya Ülkeleri konusunda danışmanlığını yaptı.

Regis Debray bugün medioloji adını verdiği bir disiplinin de kurucusu olarak da biliniyor. Medioloji, Marksizmin ve devrim düşüncesinin düş kırıklığına uğrattığı bir entelektüelin yeni bir mecra arayışı olarak görülebilir. Debray’nin Fransız kültür dünyasındaki değişimi ve belki bundan da önce kendi entelektüel serüvenini anlama, dopdolu yaşanmış gençlik yıllarıyla hesaplaşma girişimi olarak kabul edilebilir.

Yıllar önce Le Monde’da “Medioloji Nedir? “ başlığı altında yayımlanan makalesinde mediolojinin bir ara ( entre-deux ) disiplin olduğunu yazmıştı. Gerçekten medioloji, felsefe, teoloji , antropoloji, arkeoloji tarih ve politikanın kesişme noktası. Bu disiplinlerin birbiriyle yakın temas halinde oldukları bir alan; ancak bu onun özerk bir disiplin olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

Debray’nin kurucusu olduğu bu disiplin düşüncelerin maddileşmesini, fiziki bir güce dönüşmesini, kolektifleşmesini, sonuçta toplumsal hayatı ve düzeni dönüştürmesini inceliyor. Bir düşünce nasıl on binlerce, milyonlarca insanı harekete geçirebilen, kitlesel ayaklanmaları ateşleyen bir güç haline nasıl gelebilir? Medioloji bu soruyu cevaplamaya çalışıyor. Debray yukarıdaki soruları cevaplandırabilmek için öncelikle düşüncenin, söz ve yazının değişik tarihsel dönemlerde farklı teknolojiler kullanılarak aktarılması sorununu ele alıyor. Bilginin ve düşüncenin taşınmasını sağlayan karmaşık ilişki ve ağları inceliyor.

Medioloji bir anlamda, göstergebilimin alternatifi. Debray göstergebilimin metnin içine kapanmasını, bütün kültürel fenomenleri göstergeler sistemi içinde kavramasını ve öyle açıklamaya çalışmasını eleştiriyor. Göstergebilimin metinselliğine karşı maddeselliği öne çıkarıyor. Debray’in maddesellikle ifade etmek istediği düşünceyi aktarmada kullanılan araçlar, teknolojiler, bu amaçla gerçekleştirilen örgütlenme, kurumlaşma, oluşturulan ağlar.

Görüldüğü üzere, mediolojinin odağında maddesellik, yani düşüncenin teknik araçlarla aktarılması ve maddileşme, bir başka ifadeyle kitleleri etkileyecek bir güç haline gelmesi bulunuyor. Oysa bizleri postmodern kavramıyla tanıştırmış olan Jean-François Lyotard maddi olanın ve bununla yakın bağlantı içinde bulunan maddileşmenin modern dönemle birlikte geride kaldığını düşünüyordu.

1985 yılında (Paris ) Pompidou Kültür Merkezi’nde Lyotard ve Thierry Chaput ortak küratörlüğünde Les Immatériaux başlığı altında gerçekleştirilen serginin teması dünyamızın maddesizleşmesiydi. Bu tezi ve temayı Debray’nin çok sıklıkla başvurduğu maddileşme nosyonuyla karşıtlık içinde düşünmek mümkün görünüyor. İki anlamda . Öncelikle Debray bilginin yayılması, kültürün oluşumu için aktarmanın zorunluluğunu, aktarma için de maddi araçlara başvurmanın kaçınılmazlığını vurguluyor. Lyotard’ın ortak küratörü olduğu sergi ise insan açısından artık maddi araçlara başvurmanın zorunlu olmadığı fikrini öne çıkarıyordu. İkinci olarak Debray düşüncelerin ancak maddileşerek kitlelerce izlenebildiğini ileri sürüyor. Les Immatériaux sergisi bu açıdan da bir itiraz barındırıyordu; çünkü bundan böyle kitleler için maddileşmenin önem taşımadığını, moderniteye özgü büyük anlatıların artık etkisini yitirdiğini, hiçbir ideolojinin kitleleri peşinden sürükleme gücüne sahip olmadığını da belirtmiş oluyordu.

Debray, bir bakıma Bruno Latour gibi, sosyo-kültürel olanla teknolojik olanın birbirinden ayrılamaz olduğunu düşünüyor; kültür ve teknoloji arasındaki sınırların yapay olduğunu, bunların silinmesi gerektiğini savunuyor. Sözü edilen tezlerin insanı teknolojiye, aktarma metotlarına ve aktarmanın teknik araçların giderek daha fazlar bağımlı hale gelmesine kayıtsız kaldığı, hatta böylesi bir bağımlılığı onayladığı, teknolojinin insanın ikinci doğası haline gelmesine yeşil ışık yaktığı eleştirilerine insanın hiçbir zaman birinci doğaya sahip bulunmadığı, onun baştan itibaren “ikinci el” olduğu cevabını veriyor.

Mediolojinin merkezinde “ aktaran insan “ ( l’homme qui transmet ) bulunuyor. Kültürü yaratan aktarma eylemi. Şu halde aktarma basit bir nakil ve iletme değil; çünkü Debray’e göre dinsel inançlar, ideolojiler ancak aktarma yoluyla kitleleri etkileyebilecek maddi bir güç haline gelebilir, toplumsal yaygınlık kazanabilirler. Etkili aktarma için de elverişli teknoloji ve örgütlenme zorunludur. Örneğin , İsa’nın sözleri kitaplaşmasaydı, Kilise tarafından örgütlü ve sistemli biçimde yayılmasaydı Hıristiyanlığın evrensel bir din haline gelmesi düşünülemezdi. İsa’nın çevresiyle sınırlı bir mezhep olarak kalacaktı. Aktarma ve aktarma aracı olarak kitap sayesinde evrensel bir din oldu.

Bunun olumsuz sonuçları da vardı: İsa’nın düşünceleri İncil’in içinde donduruldu. Bir başka ifadeyle kitap düşüncelerin doğma haline gelmesinde de rol oynadı, bu yönüyle kapalı bir dünyanın inşasına vasıta oldu; özellikle geç ortaçağda geçerli olan, yüksek skolastiğin mantığını dayatan bu kapalı yapıdır. Kapalıdır; çünkü başka metinlerin araya girmesini ve okurun daha önce okuduğu metinlerle yeniden temas kurmasını engeller. Ama heretik okumalar bu kapalılığı bir ölçüde açtılar. Özellikle hermenötik Katolik Kilisesi’ne meydan okuyan ve bu nedenle de önceleri sapkınlık olarak kabul edilen Protestanlık başta olmak üzere bütün heretik akımların, mesihçi düşüncelerin yayılmasında ve güçlenmesinde önemli rol oynadı.

Yukarıda da belirttim, Debray aktarma (transmisyon ) tekniklerinin ve araçlarının evriminde sözden yazıya geçişi, matbuanın icadını çok önemsiyor, bu geçişin kültürün demokratikleşmesine yaptığı katkı üzerinde özellikle duruyor. Yazının önemini vurgulamada, bir devrim yarattığını ileri sürmede Debray’in yalnız olmadığını hatırlamalıyız. Kültürel antropoloji alanındaki çalışmalarıyla medya ekolojisini de etkilemiş olan Eric Havelock, Yunan kültüründe sözden yazıya geçişin, Platon’un yazıyı kullanmasının kültürel olduğu denli zihinsel ve toplumsal psikoloji açısından da derin etki yaratan bir dönüşüm olduğunun altını çizer. Bu geçiş rasyonel insanın gelişmesinin önünü açmış, politik örgütlenmeyi de etkilemiştir. Homeros’un sözelliğinden Platon ile yazıya geçilmesi sonuçta alfabe harflerinin de birer imge olmasından dolayı aslında dilin görselleşmesidir.

Debray, bir başka ilginç gelişmeye dikkat çeker ve 1860’da daha çok gazete basılmasını mümkün kılan devirli (dönen) baskı makinesinin icadıyla 1864’de Birinci Enternasyonal’in kurulması arasında bir ilişki bulunduğunu ileri sürer. Debray’e göre bu dört yıllık süre içinde işçi sınıfı çok sayıda gazete ve dergi yayımlamış, sınıfın literatürü zenginleşmiş, işçi kütüphaneleri ve okuma odaları kurulmuş ve bütün bunlar sonuçta işçi sınıfının örgütlü mücadelesine ivme kazandırmıştı.

Bu noktada Andre Malraux’un fotoğrafın keşfine atfettiği önem yazının ve yazılı olanı çoğaltan matbaanın kültür oluşturucu, yaygınlaştırıcı ve dönüştürücü etkisiyle kıyaslanabilir. Malraux fotoğrafın ortaya çıkmasının sanat eserlerinin fotografik yeniden üretimini sağlayan bir teknoloji olarak erişilemeyen sanat eserlerine ulaşma yolunu açtığını, hayali ve duvarsız müzeler oluşturma imkânı doğurduğunu ileri sürmüştü. Onun “hayali müze” nosyonu çevresinde inşa ettiği estetik teorisi Walter Benjamin’in mekanik yeniden üretim konusundaki kaygılarının olabildiğince uzağındadır. Bu açıdan bakıldığında fotoğraf makinesi kültürün oluşumu ve yayılması açısından bir aktarma aracı işlevi görmüş, kitabınkine benzer bir katkı sağlamıştır.

KAYNAKLAR
Debray, Regis, Media Manifestos: On the Technological Transmission of Cultural Forms, Verso, 1996
Debray, Regis, Transmitting Culture, trans. Eric Rauth, University of Columbia Press, 2000
Kramer, Sybille, Medium, Messenger, Transmission : An Approach to Media Philosophy, trans. Anthony Enns, Amsterdam University Press, 2015

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir