Görüşler

Rilke yoksullar ve yalnızlık

Rilke yoksullar ve yalnızlık

‘Ütopyanın Sesleri’ kitabının yazarı Halil Turhanlı “Büyük şehirlerin bezgini Rilke 1921 yılında İsviçre Alpleri’nde Muzot Şatosu'na çekildi. Hayatının son beş yılını orada geçirdi” diyor.

Rilke’nin tek romanı Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı 1904-1910 yılları arasında derin zihinsel bunalım geçirdiği bir dönemde, Paris’de kaldığı yıllar boyunca edindiği izlenimlere, çocukluk anılarına dayanarak yazmıştı.

Roman öz yaşamsal pek çok öğe içerir. Romanın kahramanı Danimarkalı genç şair Rilke’den pek çok izler taşır. Malte çocukluk anılarından, soy kütüğünden söz eder. Şehirle ilgili izlenimlerini, duygularını aktarır. Anılarla şehir imgeleri birbirine karışır. Andreas Huyssen romanın Rilke’nin modern şehir hayatına travmatik tepkisi olduğu ileri sürer.(Huyssen, ‘The Notebooks of Malte Laurids Briggs ‘, The Cambridge Companion to Rilke içinde, ed.K. Leeder – R.Vilain, Cambridge University Press, 2010, 74 ).

Karşılaştırmalı edebiyat ve romantik dönem şiiri konusundaki çalışmalarıyla bilinen Huyssen, Rilke’nin “şiirsel düzyazı” yarattığını, yeni bir biçim denediğini de ekler. Nedir bu yeni biçim? Romanın kronolojik sıra izlemeyen bir günce olarak yazılmış olmasıdır.

***

Malte Laurids Brigge’nin Notları genç bir şairin olgunlaşma, yaratıcı gücünü kullanabilme, şiirsel sesini ve kimliğini oluşturma sürecini, bu süreç boyunca karşılaştığı güçlükleri, bunların üstesinden gelişini, çevresiyle ilişkisini anlattığı için Bildungsroman geleneği içinde de kabul edilebilir. O halde şöyle söyleyebiliriz: Rilke algılarını, izlenimlerini, duygularını sözcüklerle ifade etmede geleneksel biçim ve dilden duyduğu kuşku ve tatminsizlikle gelenekten kopmuş ve yeni bir biçim denemiştir. Romanını kronolojik sıra izlemeyen bir günlük biçiminde yazması böylesi bir girişimdir. Bu açıdan modern yenilikçi romanın, deneysel düzyazının öncü örneklerinden birini yaratmıştır. Beri yandan romanının Bildungsroman özellikleri taşıması onu romantik geleneğe bağlar.

Malte kariyerinin henüz başlarında kendini kanıtlamaya çalışan genç bir şairdir, “ görmeyi öğreniyorum” der. Soylu ailesiyle bağlarını koparmış Paris’de gönüllü sürgün olarak yaşamaktadır. O hep otantik bir hayat, kendine ait bir hayat yaşamak istemiş; daha çocukluk günlerinde ailesinin ona uygun gördüğü, benimsetmeye çalıştığı imajı ve kimliği geri çevirmiştir. Paris’in sokaklarında rastladığı yoksullar sanata ilgisinden dolayı şehre gelmiş olan genç şairin hassas, kırılgan ruhunu daha da etkiler. Paris’de bunalır. Ruhsal olarak sağlıksızdır, kendini sürekli olarak huzursuz hisseder. Rilke de aile bağlarını koparmıştı, karısından ayrı yaşıyordu. O da Paris’de bulunduğu dönemde bunalım geçiriyordu, yoğun yabancılaşma duygusunu içindeydi. Kendi bunalımını Malte üzerinden anlattı.

Cahit Zarifoğlu 1971 yılında Almanca yazdığı ve Rilke’nin Romanında Motifler başlığını taşıtan bitirme tezinde modern lirik şiirin büyük temsilcisinin tek romanındaki yoksulluk, ölüm, korku, büyük şehirde duyulan huzursuzluk gibi ana motifleri ele almıştı. Zarifoğlu’nun lisans tezini Türkçeye çeviren ve yayına hazırlayan Ümit Soylu’nun da belirttiği gibi Zarifoğlu’nun’ tezinde ele alınan ilk motif Paris’dir.(Ü.Soylu,‘Cahit Zarifoğlu’nun Lisans Tezi Üzerine’,Cahit Zarifoğlu, Rilke’nin Romanında Motifler içinde, Beyan Yayınları, 4.baskı, s.25 )

Rilke Paris’e ilk kez 28 Ağustos 1902 tarihinde heykeltıraş Rodin üzerine bir kitap yazma teklifini kabul ederek gitti, yirmi altı yaşındaydı. On dokuzuncu yüzyılın başkentti Paris “, yirmi yüzyıl başlarında da yazarlar, sanatçılar açısından Avrupa’nın en cezbedici şehri olmayı sürdürüyordu. Fakat Rilke’nin Paris hakkındaki duygu ve izlenimleri farklıydı. Ona göre Paris, zor, ürkütücü ve kasvetliydi. Kalabalık bulvarları, kötü doğa taklitleri olarak gördüğü parkları sevmiyordu. Otantik bir varoluşu seçmiş bireyin büyük şehirdeki çok keskin, çok hassas algılarıydı bunlar.

***

Baudelaire’e olduğu gibi Paris, Rilke’ye de sıkıntı veriyordu. Ruhsal olarak tüketiyor, fiziksel olarak yoruyordu. Walter Benjamin’in de belirttiği üzere Baudelaire Paris’in modern hayatın modern şehri olarak dönüşümünü ilk fark edenlerden biriydi. Dönüşümün bilinçli tanığı olmak onu huzursuz kılıyordu. O şehir kalabalıklarının hem yakınında, hem uzağındaydı. Şehirle eleştirel ve gerilimli bir ilişki kurmuştu. Modernitenin büyük şehirde insan atıkları yarattığını görmüştü.

Rilke de sokağa çıktığında modern toplumun dışladığı, güç koşullar altında yaşamaya zorladığı, modern hayatının akışının ve ekonomik düzeninin toplum dışına savurup attığı, belirsizliğe doğru sürüklediği insanlara rastlar. Onlara yakınlık duyar. Büyük şehirlerde bakımsız konutlarda barınan üzgün ve yorgun insanlar.” Orda insanlar yaşar, yaşarlar kötü ve güç, /basık odalarda, endişeli halleri ( Rilke, Yoksulluk ve Ölüm Üzerine, çev. Y.Pazarkaya, Cem Yayınevi, 2008, s.15 ) .

Rilke büyük şehri acımasız buluyordu. Orada çok sayıda umutsuz yoksul insanlar vardı ve Paris onlara acımasız davranıyordu. Aslında bütün büyük kentler böyleydi. Yoksul ve umutsuz insanlara yaşama şansı tanımıyorlardı. Onun şiirsel sesi Dualar Kitabının özellikle üçüncüsünde Yoksulluk ve Ölüm Üzerine”de kent yoksullarından söz eder : “ Orda insanlar yaşar, yaşarlar kötü ve güç, /basık odalarda, endişeli halleri,/ürkek ilk batın sürüsünden ileri “ ( Rilke, Yoksulluk ve Ölüm, s.15 ). Mutluluk onların çok uzağındadır, erişemezler.

***

Rilke’ye göre Paris’in ve diğer büyük şehirlerin yoksulları o kadar zavallı ve çaresizdirler ki kendi ölümlerini ölemezler : “ Tanrım, herkese kendi ölümünü nasip et / Olsun yaşamdan çıkan ölmek. /orda sevgi vardı, anlam ve sefalet “ .Burada bir parantez açıyorum. Heidegger ölümün nihai kertede kişisel bir deneyim olduğunu vurgular. Rilke bu konuda kuşkulu ve kaygılıdır. Ölümün kişiye özgü bir deneyim olmaktan çıkmış olduğunu düşünür. Modern çağda ölümün kişisel olmaktan çıktığı, hatta kitleselleştiğini ima eder.

Holokost’a, Hiroşima’ya ve yirminci yüzyılın kitlesel kıyımlarına tanıklık etmemişti kuşkusuz, ama ölümün bireyselliğini kaybedeceğini sezinlemişti. Benzer bir hükme günümüzde Covid-19 ölümleri açısından da varabiliriz. Malte büyükbabası ölmek üzereyken bütün aile fertlerinin, hizmetkârların büyük bir odada onun yatağının çevresinde biraraya gelmelerini kişisel ölümün bir örneği olarak hatırlar. Malte’nin bu anısı günümüzde yoğun bakım servilerinde numaralandırılmış yataklarda Covid-19 salgınından yaşamını yitirenlerin ölümlerine hiç benzemektedir, hatta onlarla bir tezat oluşturduğu bile söylenebilir. Günümüzde pandeminin herkesin kendi ölümünü ölmesine engel olduğunu ve ölümü kişisel bir deneyim olmaktan çıkardığını söylemek hiç de yanlış olmaz.

Aslında genç şair sokakta rastladığı insanlar kadar olmasa da kendi de yoksuldur. Kaldığı küçük odasında sobası tütmekte, soğuk gecelerde iyi ısınamamaktadır. “ Odamda lambanın yanında oturuyorum, biraz soğuk, soba yakmaya cesaret edemedim çünkü. Tütecek olsa ve tekrar dışarı çıkmak zorunda kalırsam o zaman ne olacak? Oturup düşünüyorum: Yoksul olmasaydım kendime başka bir oda tutardım, mobilyaları böyle çok eski olmayan… “ (Rilke, Malte Laurids, s.37 ) .

Güç koşullarda altında barındığı odada bile kendini dış dünyanın istilasına uğramış hisseder. Evine kapanamamakta, evinin kapısını kapattığında dış dünyadan kurtulamamaktadır. Dış dünya evini zapt etmektedir. “Troleybüsler çanlarını çalarak odamdan geçiyorlar hızla. Otomobiller üstümden geçiyorlar. Bir kapı çarpılıyor.

Bir yerlerde bir cam zıngırdayarak aşağıya iniyor, kocaman kırıklarının gülüşünü, keskin parçacıklarının kıkırdamasını işitiyorum “ ( Rilke, Malte Laurids, s.6 ) Dış dünya odasının kapısının dışında kalamıyor, odasını, en mahrem mekânını istila ediyordu. Rilke de Malte gibi Paris’de sobayla ısınan, parafin lambasıyla aydınlanan, döküntü bir otel odasında kalıyor, lambanın dumanından rahatsız olduğu için mum yakıyor, geceleri mum ışığında yazıyordu.

Büyük şehirlerin bezgini Rilke 1921 yılında İsviçre Alpleri’nde Muzot şatosuna çekildi. Hayatının son beş yılını orada geçirdi. Muzot esasen on üçüncü yüzyıldan kalma bir kuleydi. Theodore Ziolkowski’nin de belirttiği gibi kuleler modernizme hesaplaşan şairlerin mekânları olmuştur. Şairi modern dünyadan, o dünyanın kalabalığından koruyan bir sığınak. Rilke de Muzot kulesinde Paris’te bulamadığı huzura kavuştu. Orada son dönem şiirlerini yazdı, orada kendine ait ölümü buldu. “Kulelerin şehri “ olarak bilinen Prag’da doğmuştu. Alpler’deki bir kulede hayata gözlerini yumdu.

***

Aslında on dokuzuncu yüzyıl sonlarından başlayarak büyük şehirlerde de kuleler inşa edildi, örneğin Rilke’yi ürküten şehir Paris’in ortasındaki Eiffel Kulesi. Ama bu kule modernliğin ikonu ve sembolüydü. Yalnızlığa ve inzivaya izin vermiyordu. Tam aksine kalabalıkları cezbetmek için inşa edilmişti, sonunda turistik çekim merkezine, cazibe noktasına dönüştü. Baştan aşağı modern mimarinin vazgeçilmez malzemesi demirle inşa edilen bu kuleyi seven, hatta kutsayan şairler, sanatçılar da vardı. Örneğin, Fütüristler, en başta da Marinetti. Rilke’nin bu kuleyle hiçbir bağı olamazdı.

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir