Geçen akşam Amerikalı eleştirmen ve şair Adam Kirsch’in (d.1976) ‘Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak’ isimli 103 sayfalık kısa kitabını okuyup bitirmiş, sosyal medyada geziniyordum.
ÖMER FARUK
Tesadüf bu ya, Göktürk Ömer Çakır’ın tweetine denk geldim: “Dostoyevski dururken Sally Rooney mi okutalım? İsteyen okusun tabii ama klasiği hayatından çıkararak mı? Klasik niye klasiktir? Neden hâlâ eğitimin temelinde olmalıdır? Klasik edebiyatın, insan ruhunun bütün meselelerine çağların ve bölgelerin üstünde bakabilme ve bu bakmadan kendisini okuyanı terbiye ederek çıkarma mahareti, hangi okuma zevkine feda edilebilir? Filiz Puluç okuyan çocuğun eline vurmayalım ama onu edebiyatın ve hayatın -hâlâ ve ilanihaye- gerçek mecrasına çağırmayalım mı?” Ali Ayçil’in, “Liselerde gençlere klasiklerin okutulması, çoğunlukla onları okumaktan soğutuyor. Çağdaşları yazarlardan iyi metinler seçilmesi daha verimli olabilir. Önemli olan, okuma zevki kazandırmak” tweetine cevap veriyordu. Takipçilerin kimisi Göktürk Ömer Çakır’ı kimisi Ali Ayçil’i haklı buldu.
Bu ufak tartışmayı Kirsch’in kitabıyla birlikte düşündüm ister istemez. Çünkü Kirsch de “kendini her yerde ve tüm zamanlarda yüzlerce ve yüzlerce insanda gösteren şiirin, insanlığın evrensel mülkü olduğuna” inanan Goethe’nin ortaya attığı ‘dünya edebiyatı’ terimini tartışmaya açıyor: “Dünya edebiyatının mümkün olabilirliği -özel olarak, yaygın modern irdeleme ve açıklama tarzı olarak romanın küresel olup olamayacağı sorusu, anlamlı biçimde küresel bir bilinçliliğin var olup olamayacağı sorusundan başka bir şey değildir.”
Farkındayım. Yazıya başlarken alıntıladığım tweetlerin biraz kıyısına düştük şimdi. Ama ‘oraya da’ geleceğiz. Öncelikle ‘klasikleri/küresel romanı’ tanımlayıp ‘imkânı’ ve ‘değişimi’ üzerinde duralım biraz. Çünkü Ali Ayçil ve onun gibi düşünenlerin kaygısı önce/ve belki salt ‘okuma zevki kazandırmak’ iken G. Ömer Çakır’ın önerisi/derdi başka. Ben de ‘okumayı’ başlı başına değer olarak kabul edip, “ne okunursa okunsun, yeter ki okunsun” diyenlere değil, ‘nitelikli kitaplardan’ uzak duranlara dudak büküp kaş kaldıranlara hak veriyorum.
Devam edelim. Kirsch’e göre “18. yüzyıldaki bir romancı insan doğasının birliğini [bütün toplumlarda aynı olduğunu, ÖFK] sorgusuz kabul edebiliyorken, 21. yüzyıl romancısı, yerel deneyimi uluslararası ve hatta kozmik olan bir arka plan içine yerleştirerek, bu birliği dramatize etmek durumundadır.” Kirsch, ‘küresel romanın’ yani edebiyatın küreselleşmesinin yerel kültürlerin ‘dilsel/zihinsel zenginliklerini’ yok edeceğini iddia eden Japon yazar Mizumura’nın kaygısını önemsese de onun kadar ‘karamsar’ değil. Mizumura ülkesi Japonya başta olmak üzere, bütün ulusal edebiyatların ‘İngilizcenin tahakkümü’ altına gireceği için ‘yapaylaşacağını ve tekdüzeleşeceğini’ düşünüyor. Ona göre Goethe’nin hayal edip muştuladığı ‘dünya edebiyatı’ böyle bir şey değildi.
Kirsch ise Orhan Pamuk da başta olmak üzere ‘sekiz farklı milletten yazarın’ romanlarını ‘bu gözle’ tekrar okuyor, eleştiriyor ve hayır, diyor: “Bütün küresel romanların belli biçimsel ortak özelliklere sahip olduğunu söylemek imkânsızdır.” ‘Kar’ üzerine yazdıkları o kadar ikna edici ki kafasının bir yanıyla Mizumura’ya hak verirken insan, öteki yanıyla Kirsch’e de katılabiliyor. Belki gerçek ‘ikisinin ortasında’ bir yerlerdedir. Olamaz mı?
‘Klasikleri hâlâ okumalı mıyız?’ tartışmasına dönelim. Eğer Mizumura haklıysa, dünya edebiyatı her milletten yazarın ‘İngilizce’ düşünüp yazmasıyla ‘kısırlaşacaksa’ geçmişte yazılmış klasiklerin ‘önemi ve güncelliği’ bir kat daha artacak. Meselâ Dostoyevski… ‘Önce’ Rus insanını anlatıyordu; onun yerel özelliklerinin altını çizmekten hoşlanıyordu. Bu bir Türk’ün ya da İtalyan’ın veya Nijeryalı’nın da Dostoyevski’nin kahramanlarında ‘kendisini’ görmesine engel değildi. ‘Klasikler’ Göktürk Ömer Çakır’ın dediği gibi, “insan ruhunun bütün meselelerine çağların ve bölgelerin üstünde bakabilme ve bu bakmadan kendisini okuyanı terbiye ederek çıkarma mahareti(ne)” sahip oldukları için ‘okuma zevkinden’ de ‘çağdaş edebiyattan’ da çok daha yüce bir konumda çünkü. Fakat bugünün okurunun ‘tuğla kalınlığındaki’ 19.yüzyıl romanlarına ayıracak ilgisi de zamanı da dikkati de yok maalesef. Hızlı tüketilebilen ‘basit metinlerin’ peşinde onlar.
‘Çağdaş edebiyat’ klasiklerin derinliğinden ve zenginliğinden yoksunsa, endüstrileşmiş piyasanın ürünleriyse yazılanların çoğu, gerçek okurlar için bugün de yarın da tek sığınak yine ve her zaman ‘klasikler’ olacaktır. Okumaya yeni başlayan okurları ‘kitaba alıştırmanın’ yöntemleriyse başka bir yazının konusu olmalı artık.