Şair Hilmi Yavuz’u Ankara’daki bir etkinlikte dinleme fırsatı buldum. Geleneğe vurgu ve metinlerarasılık meselesi üzerinde epeyce kafa yoran usta şair, etkinlikteki konuşmasında şiirinin soyağacını şöyle çıkardı: “Benim şiir geleneğimde dedeler var, Ahmed Haşim ile Yahya Kemal. Bir de Behçet Necatigil ile Asaf Halet var, bunlar da babalar. İşte ben bu geleneğin devamcısıyım, şiirde bu isimlerin torunu ve evladıyım.”
MEHMET AKİF KOÇ
Nisan ayının son günlerinde Ankara’da önemli ve leziz bir etkinlik gerçekleştirildi. Türk şiirinin büyük ustası, belki de yaşayan en büyük ismi, Hilmi Yavuz bir seri söyleşi ve okur buluşması programı kapsamında, bir zamanlar Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptığı Ankara’yı ziyaret etti. 90 yaşının bütün olgunluğu ve zarafetiyle her seferinde muhatabında latif bir etki bırakan Hoca’yı Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi’nin tarihi salonunda dinleme fırsatı buldum. Meraklı ve ilgili bir kalabalığın takip ettiği söyleşide, Hoca’nın ‘manevi oğlu’ da diyebileceğimiz şair ve yazar sevgili Ercan Yılmaz ve Dr. Galip Çağ’la söyleşisinde dikkatimi çeken bazı önemli noktaları ve gözlemlerimi bu vesileyle kayıt altına almak istiyorum.
“Medeniyet(ler)imiz”… aidiyet ve mensubiyetler
‘İSLAM MEDENİYETİ ÇOK ÖNEMLİ VE BİZ ONA AİTİZ)
Hilmi Yavuz’un öteden beri üzerinde durduğu önemli bir husus, kültür ve medeniyet mirasımız meselesi. Zannediyorum biraz da yaş ilerledikçe üzerinde daha fazla kafa yorduğu bu konuda, Hoca’nın, aslında biraz da önyargıyla bakıldığında kendisinden beklenmeyecek şekilde bir düal medeniyet vurgusu var ki bunu çok önemsiyor. Ait olduğumuz medeniyet dediği “İslam medeniyeti” ile mensup olduğumuzu ifade ettiği “Batı medeniyeti” arasında zarif bir köprü kuruyor. Bu ikisinin 1839 Tanzimat sürecinden beri birbirinin yerine, birbirinin alternatifi, rakibi ve hatta hasmı olarak algılanmasına şiddetle karşı çıkıyor ki burada bir alternatiflikten ziyade birlikte ve yanyana var oluş keyfiyetinin altını çiziyor.
Bu noktada yanyana varoluşun şık bir ifadesi var Yavuz’un söyleminde: “İçinde doğduğumuz ve kimliğimizi asıl şekillendiren unsur olarak İslam medeniyeti çok önemli ve biz ona aitiz (istemesek de ona aitiz). Bunun yanında sonradan içine girdiğimiz ikinci bir medeniyet dairesi var ki ona ait değiliz ama mensubuz. Bu mensubiyeti ilkine hasım veya alternatif görmemek lazım… Bunu ifade ederken ‘ve/veya’ bağlacını kullanıyorlar, yanlış bu. Biz İslam medeniyetine veya Batı medeniyetine ait/mensup değiliz… Biz hem İslam medeniyetine aitiz hem de Batı medeniyetine mensubuz.”
Çok kıymetli bir vurgu bu esasen, Hilmi Yavuz gibi daha ziyade seküler dünya görüşüyle maruf ve Batı’yı fazlasıyla iyi bilen bir entelektüelin bu atfını ayrıca önemsiyorum. Toplumdaki kültürel yarılma ve ayrışmaları düşünürken entelijansiyamızın bir tutkal olarak dayanıp kullanabileceği önemli bir çıkış noktası sunabilir bu perspektif: Herhangi iki ayrı gibi görünen fenomen karşısında “ve/veya değil, hem… hem” demek ve bunu benimseyip senteze varabilmek…
“Ben Ahmed Haşim ile Yahya Kemal’in torunuyum”
Batı kültürünün bilhassa Fransız ekolünü yakından tanıyan Hilmi Yavuz, modern şiir eleştirisindeki Fransız yaklaşımını şu sözlerle özetliyor: “Bir şair şiirinde kendinden önceki bir metne veya şaire gönderme yapmıyorsa, o yazdığı şey edebi sayılmaz, edebiyat metni olarak değerlendirilmez.” İlk bakışta kulağa tuhaf gelen bu tespit, aslında metinlerarasılık ve kültürel geçişler bahsinde bir gerekliliğe işaret ettiği kadar, gelenekle bağlantı ve devamlılık açısından da dikkat çekici. Zira Yavuz’a göre de nevzuhur bir şey değildir şiir, “onu edebi kılmak için, gelenekle ilişki kurmak gerekir evvela.”
Daha önceki şiirlerinde olduğu gibi, son kitabı “Rüya Şiirleri”nde de hem aidiyet duyduğu medeniyetin hem de mensubu olduğu medeniyet çevresinin yarattığı iki büyük geleneğe selam durduğunu da bu vesileyle dile getirir Hoca. Ancak biraz da kolaycılığa kaçarak “Filanca şiirinizde şu metaforu kullanmıştınız, bu acaba neyi temsil ediyor?” türünden sorulara biraz da istihzayla, şiirden herkesin kendi müktesebatınca bir şeyler aldığını, bunu somut şekilde cevapladığında okuyucunun fehmini de sınırlandırmaktan çekindiğini söyler ve bir nevi “Bunu söylersem şiirin büyüsü kaybolur” demeye getirir.
‘BENİM ŞİİR GELENEĞİMDE DEDELER VAR’
Geleneğe vurgu ve metinlerarasılık meselesi üzerinde Hoca’nın epeyce kafa yorduğunu, “Benim şiirimin soy ağacını size şöyle anlatayım” diyerek vurguladığı bir pasajdan çıkarıyorum. “Benim şiir geleneğimde dedeler var, Ahmed Haşim ile Yahya Kemal. Bir de Behçet Necatigil ile Asaf Halet var, bunlar da babalar. İşte ben bu geleneğin devamcısıyım, şiirde bu isimlerin torunu ve evladıyım.” Elbette dedeler varsa evlatlar da olacaktı, ama topluluk içinde bu soru sorulunca Hoca doğrudan yanıtlamak istemedi; ertesi gün kahvaltıda özel sohbet esnasında kendisine bunu sorduğumda “Gayet tabii… Can Bahadır Yüce, Ercan Yılmaz, Aydın Afacan da benim şiirdeki evlatlarım” deyiverdi.
Kültürel geçişler ve mahalleler
Hilmi Yavuz’un aidiyet-mensubiyet üzerinden vurguladığı medeniyetler arası bir yanyanalık nosyonu, Türk kültür çevreleri ve aydınlara bakışında da ağırlığını hissettiriyor. Örneğin kendisini bir geleneğe bağlarken, ideolojik mahalleleri özenle ayırıyor. Bir de İslam ile Batı medeniyetleri arasında “ve/veya” ayrımı yapan, ya o mahalleye veya diğerine kendini ait hisseden aydınlar ve şairler var. Ancak Yavuz’un bizzat isim vererek “arafta kalmış adamlar bunlar” dediği, üzüldüğü mü sevdiği mi yerdiği mi anlaşılmayan bir zümre var.
Cemil Meriç, Kemal Tahir, Sabri Ülgener, Turgut Cansever gibi “tam olarak o tarafa da bu tarafa da ait olmayan, ikisi arasında arafta olanlar” diye tanımladığı aydınlar (veya münevverler, veya entelektüeller) bu isimler. Aslında “geçiş kimlikleri” bu saydığı isimler, belki bazıları Yavuz’u da bu çevreye dahil ediyor, ama o kendisini “hem o tarafa hem bu tarafa” dahil addediyor.
Türk şiir geleneğinin en güzel şiiri hangisi?
SEZAİ KARAKOÇ’U KENDİSİNE YAKIN BULUYOR
Bu soruyu kimse sormadı Hoca’ya aslında, öyle bir mevzu da yoktu ama Yahya Kemal’den bahsederken, birden “Hulya gibi hoş geçen zamanda / Sandım ki güzelliğin cihanda / Bir saltanatın güzelliğiydi” mısraları döküldü dilinden ve o anda deyiverdi: “Türk edebiyatının bence en güzel şiiri Yahya Kemal’in işte bu şiiridir; Erenköyü’nde Bahar… Mamafih Sezai’nin (Karakoç) Mona Rosa şiiri de çok güzeldir ve lirizm olarak üst seviyededir ama yine de ben kendi adıma Erenköyü’nde Bahar’ı başka bir yere koyuyorum.”
Bu noktada belirtmeden geçemeyeceğim; Mona Rosa’yı dinleyicilerden biri sorduğu için andı, yoksa kendiliğinden aynı cümlede yer vermedi iki şiire ve “şiirde iki dedemden biri” dediği Yahya Kemal’in bu şiirini birkaç sefer vurguladı. Belki birkaç sene sonra sorulsa başka bir şiiri ön plana çıkarabilir Hoca, ama Nisan 2025 itibariyle kanaati buydu: Erenköyü’nde Bahar bizim şiirimizin en güzelidir.
Bu esnada “Babamla Sezai’nin babası İstanbul’da aynı caminin cemaatiymiş. Ben de 17 yaşımdayken, yazları memlekete gittiğimiz Kurtalan Ekspresi’nden bir senesi Ankara’da dergi almak için molada indiğim sırada, gardaki büfeden aldığım Hisar dergisinde ilk kez gördüm Sezai’nin şiirlerini ve ‘vay be böyle şiirler de halen yazılabiliyormuş gerçekten’ dedim” sözleriyle Karakoç’u rahmetle andığını da not düşmüş olayım. İsmet Özel’in şiirini lirizmden uzak bulsa da Sezai Karakoç’u kendisine daha yakın bulduğunu da yeterince açık ifade etmiş oldu böylece.
YOLDA İNSANLAR ŞİİR OKUDUĞUM VİDEO İLE TANIYOR
Gazâlî’nin Hilmi Yavuz’a ettiği
Son aylarda belki milyonlarca sefer izlenen ve sosyal medyada meşhur olan bir kısa videoda; Hilmi Yavuz, sevgili Ercan Yılmaz’la birlikte katıldığı bir programda birden ayağa kalkıp “Bu şiir ancak ayağa kalkarak okunur” dediği nefis bir şiir okur irticalen:
Senin gönlün daima meshur ve musahhardır. Mazursun…
Sen gamın ne olduğunu hiç bilmedin. Mazursun.
Ben sensiz bin gece kan yuttum,
Sen bir gece sensiz kalmadın,
Mazursun.
Meşhur kelâmcı, fakih ve mutasavvıf Ebu Muhammed Gazâlî’nin (1058-1011), kendisi gibi mutasavvıf olan kardeşi Ahmed Gazâlî’nin bir şiirinden alınma bu mısralar.
Hoca biraz da şaşkınlık karışımı bir tebessümle “Yolda beni durdurup ‘aa siz o videodaki şiiri okuyan kişisiniz’ diyerek benimle fotoğraf çekiliyor insanlar. Onlarca kitabınız, şunca yaşınız var ama insanlar sizi o yarım dakikalık videodaki şiiri okuyan adam olarak tanıyor, bununla meşhur oluyorsunuz…” diyerek andı bu şiiri. Salonda bu şiiri yeniden okuması istenip telefonlar video moduna alınınca, Hoca bu denli popüler kültür ve tüketim nesnesi olmaktan kaçınarak, “Tabii ki sizi kırmam, okurum ama o duygu haline şu an giremem, o videoda zaten güzel okumuşum” diyerek kibarca reddetti. Bence de doğru olanı yaptı, tüketim kültürünün bu kadar peşinden koşturmaya da gerek yok esasen.
Hoca’nın hayattayken ilgi görmek konusunda, kendisini Tanpınar’la kıyasladığı şu sözüyle bitiriyorum gözlemlerimi: “1962’de öldüğünde, hakkında yazılan yazı sayısı toplamda belki onu yirmiyi geçmemişti. 1972’ye kadar da böyle devam etti, ama 73’ten sonra her sene yirmi otuz yazı yazılır oldu Tanpınar hakkında. Eserlerinin mürüvvetini göremedi o da onun kuşağındakiler de, ama ben gördüm. Şimdiden ondan fazla lisansüstü tez yazılmış bana ve poetikama dair, Harvard Üniversitesi’nde bir armağan kitabı çıktı benim için. Bunlar mutluluk verici, asla şikayetçi olamam.”