Ölüm yıldönümü [3 Haziran] vesilesiyle Nazım Hikmet’in şiir kitaplarını tekrar karıştırdım, okudum. Özellikle de (YKY) ‘Yeni Şiirler: 1951-1959’ ve (YKY) ‘Son Şiirler: 1959-1963’ ciltlerini...
ÖMER FARUK
Okuyup dururken kafamın içinde yerli yersiz bir burgu: Necip Fazıl Kısakürek’in şiirinin ‘İslamcı’ olduktan sonra ‘irtifa kaybettiği’ çokça yazılmış ve söylenmiştir de Nazım Hikmet’in ‘Komünizmi’ benimsemesinin şairliğini geriletmek şöyle dursun, daha da ileriye taşıdığına niçin pek dikkat çekilmez? Nasıl oluyor da ‘ideoloji’ şairlerden birinin kalemini iyiden iyiye sivriltirken ötekinin ucunu köreltip kırıp duruyor?
Malumun ilamı ya tekrarlayalım: Necip Fazıl Abdülhakîm Arvâsî ile tanıştıktan sonra (1934) İslam’ı benimser, ‘İslamcılığın’ etkisine girer. Bu tarihten sonra “cüce sanatkârlığa paydos” diyecektir. Bütün şiirlerini topladığı kitabının sunuşunda, kendini takdim ederken şöyle açıklıyor ‘poetikasını’ Necip Fazıl: “Biz şiiri iman için bilmişiz (...) İşte, baş ölçü!” Necip Fazıl Kısakürek de Nazım Hikmet gibi şiirini ‘bir gaye/davası için’ yazmaya başlar ama... Aması var: daha en başta, “Allah davasının topluluğuna” yazdığını belirterek şiirini ‘daraltır.’ Bir çizgi çeker okurların önüne. Küfürle, hakaretle, nefretle boyanmış yeşil kalın bir çizgi. “Hınç” onda fikirdir, “fikirse hınç!” (Bakınız Muhasebe şiirine, 1947) Bir ‘genç/lik’ arıyordur, eli, “tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden daha keskin...” Başka bir şiirinde ona lazım gelen düşmanını ‘ifadesi ve hızı’ olarak kabul eder.
Nazım Hikmet de Moskova macerasından sonra (1921) Komünizmi benimser, ‘Rus Fütüristlerin’ etkisine girer ya. O da bir çizgi çeker okurların önüne, kızıl kalın bir çizgi. Erken dönem şiirlerinde (1920’ye kadar) hem lirik/hem milliyetçi bir duyarlılık ön plandayken, Rus Fütüristlerle tanışıktan sonra ‘İdeolojik/Komünist heyecan’ daha da belirginleşir. Şiiri bir ‘gök gürültüsünü’ andırır: İhtişamlı, sert ve yıkıcı. Yine de bu dönemde bile ‘Mavi Gözlü Dev’, ‘Pirayende’, ‘Karıma Mektup’ gibi ‘aşk şiirleri’ yazmaktan kaçınmamıştır.
Tıkandığı noktada [1936’da Şeyh Bedreddin’le birlikte] yüzünü geleneğe dönecek, şiirinin ‘biçimini/dilini’ kökten değiştirecektir. Hilmi Yavuz’a göre ‘diyalektiğin yasalarını’ sanatına da taşıyan Nazım Hikmet’in şiirini inşa ederken “merdivenleri yıka yıka yükseldiğini görmemek olanaksızdır.” Bu yükseliş (Hoca’nın deyimiyle aşma) ideolojiye değil, ‘Forma’ ilişkindir: Şeyh Bedreddin Destanı, Kuvayi Milliye Destanı, Saat 21-22 Şiirleri, Dört Hapishaneden ve Rubailer, özellikle Rubailer... Necip Fazıl’da form ve dünya görüşü hemen hemen hiç değişmez, şiiri giderek ‘vasat sakız manilerine’ dönüşürken, Nazım Hikmet kendi şiiri için ‘yeni imkânlar’ aramaktadır.
Ben, ama öyle ama böyle, Nazım Hikmet’in yalnızca ‘formu’ değil ‘ideolojik arka planı’ da zaman içinde değiştirdiğini (yani aştığını) düşünüyorum. Özellikle de vatanını terk etmek zorunda kaldıktan sonra. (Necip Fazıl’la aralarındaki ‘ikinci fark’ bence burada gömülü zaten!) 1951’den sonra ideoloji ‘renk/ton’ değiştirmiş, ‘Komünist temalar’ yerini başka temalara bırakmış gözüküyor: Daha fazla aşk, hasret, ölüm, insanlık, kozmos...
Kışkırtıcı olmak gerekirse, 1950/51’den sonra Nazım Hikmet’in ‘ideolojisine’ su katılmıştır. Ne kertede Sovyetler Birliği gözlemlerinin etkisi altındadır, ne kertede ‘yaşlılığa’ gurbette yakalanmış olması etkilidir, tartışılır. Komünisttir hâlâ ama ‘tek insan milletinin iyimserliği’ üzerine yazmaktadır. En sevdiği memleket ‘yeryüzüdür’ artık.
Belki ilk kitaplarıyla da ‘yerel/dar’ değil ‘beynelmilel’ bir şairdir Nazım Hikmet ama ‘sürgünde/dışarıda’ büsbütün ‘dünyaya’ dönmüştür yüzünü. Yumuşamış bir sesle, büsbütün insana... ‘İdeolojik/Komünist heyecan’ dinmiş gibidir. Dünyayı dolaşmaktadır: Küba, Prag, Afrika... Uzaya fırlatılan füzelerden, yıldızlardan, Merih’e gidecek turistlerden bahsetmektedir artık. Durup dururken ‘mezarlıktaki hâli’ gelir aklına mesela; cenazesini düşünür. ‘İnançları’ bütün insanlığı kucaklamaya imkân tanıdığı için, Nazım Hikmet şiirini ‘dışarıya’ açabilmiştir.
Nasıl oluyor da ‘ideoloji’ şairlerden birinin kalemini iyiden iyiye sivriltirken ötekinin ucunu kırıp kırıp duruyor, demiştik. Komünizm yahut ‘Hümanizmaya’ kapı aralatan daha ‘lirik’ bir Komünist yorum, gide gide, Nazım Hikmet şiirinin kendini ‘tekrar etmesini’ ve bayatlayıp gerilemesini engellemiş gözüküyor. [Yanılıyor da olabilirim ama en azından tartışmaya değer?] Onu bugün diri kılan şiirlerindeki temaların çeşitliliği ve kalemini ‘nefretten, hınçtan’ uzak tutuşu sanki. Belki bu kavrayış, insana ve evrene yönelen bu keskin duyarlılık ve kuşatış/kucaklayış Nazım Hikmet’i yüzlerce yıl sonraya da taşıyacak. Tıpkı Shakespeare gibi... Goethe gibi.