GÜLAY ERDEMLİ
Bu olay, biyolojik silahların sessiz, görünmez ve ölümcül doğasını tüm dünyaya gösterdi. Füze rampaları uydudan görülebilir, nükleer denemeler sismik cihazlarla tespit edilebilir ama bir laboratuvarda büyütülen ve sıradan bir grip virüsünden ayırt edilmesi neredeyse imkansız olan bir patojen, kimsenin ruhu duymadan binlerce insanı etkileyebilir.
Bugün, o günlerin ötesinde bir tehdit ufukta belirmiş durumda. Vox’un yakın tarihli analizinde işaret ettiği gibi, sentetik biyoloji ve yapay zeka teknolojilerinin birleşmesi, bir zamanlar sadece devletlerin erişebildiği biyolojik silahları daha hızlı, daha ucuz ve daha gizli bir hale getiriyor.
Artık mesele yalnızca laboratuvarlarda grip virüsü üretmek değil; yapay zeka destekli tasarımla, Ebola kadar ölümcül ama mevsimsel grip kadar bulaşıcı yeni virüslerin ortaya çıkabilmesi ihtimali konuşuluyor.
LABORATUVAR KAZASI MI, KASITLI MI?
Kovid-19 pandemisi sırasında bile ortaya çıkan en kritik sorulardan biri buydu: Virüs bir laboratuvardan mı sızdı, yoksa doğadan mı yayıldı? Hala kesin bir yanıt yok. Bu belirsizlik, gelecekte daha tehlikeli bir patojen ortaya çıktığında “kimin yaptığını” ya da “bunun bir saldırı olup olmadığını” anlamayı daha da zorlaştıracak.
Stanford’dan Prof. Drew Endy’nin Vox’a anlattığı gibi, “Soğuk Savaş’ta Demir Perde’nin arkasında nükleer tesisleri uydularla izlemek mümkündü. Bugün ise bir ‘moleküler perde’ var; göremediğimiz şeyler etrafımızda, zarar verip vermediklerini dahi anlamıyoruz.”
CRISPR gibi gen düzenleme teknolojileri sayesinde, virüslerin genetik yapısı üzerinde değişiklik yapmak artık haftalar değil, günler alıyor. 2024 Nobel Kimya Ödülü, yapay zekayı kullanarak yeni proteinler tasarlayan bilim insanlarına verildi; bu gelişme ilaç üretiminde büyük umutlar doğururken, aynı teknolojinin kötü niyetli ellerde korkunç sonuçlara yol açabileceği gerçeğini de ortaya koyuyor.
MIT ve Time’ın yakın tarihli araştırmaları, yapay zeka tabanlı sohbet botlarının istenirse ölümcül virüsleri sentezlemek için adım adım talimat verebildiğini ortaya çıkardı. Öğrenciler, sohbet botlarını kullanarak çiçek hastalığı gibi ölümcül patojenlerin sentezlenmesi için gerekli planlara ulaşabildi.
Bu gelişmeler, biyolojik silahların artık yalnızca devletlerin değil, yeterli motivasyona ve bir dizüstü bilgisayara sahip herhangi bir kötü niyetli kişinin erişebileceği bir araç haline gelebileceği endişesini doğuruyor.
KONTROLDEN ÇIKABİLECEK BİR GÜÇ
MIT’li bilim insanı Kevin Esvelt, yapay zekanın doğada bulunmayan, aşılara ve bağışıklık sistemimize dirençli tamamen yeni virüslerin yaratılmasına imkân sağlayabileceğini belirtiyor. CNAS raporlarında ise Çinli askeri yetkililerin belirli etnik grupları hedef alabilecek genetik biyolojik silah geliştirme potansiyelini araştırdıklarına dair ifadeler yer alıyor.
Bu distopik senaryolar, Vox’un ifadesiyle artık “düşük ihtimalli kabuslar” değil, üzerinde acilen çalışılması gereken güvenlik konuları haline gelmiş durumda.
YENİ BİR SOĞUK SAVAŞ MI?
Elbette bu teknolojiler yalnızca tehdit değil, aynı zamanda savunma fırsatı da sunuyor. Boston merkezli Ginkgo Bioworks gibi şirketler, sentetik olarak üretilmiş patojenleri erken tespit edebilmek için yapay zeka destekli sistemler geliştiriyor.
Atık sulardan, hava örneklerinden ve toplumsal tarama verilerinden alınan örnekler, yeni ortaya çıkan patojenlerin erken uyarı sistemi gibi çalışabilecek bir gözetim ağına dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu yaklaşım, gelecekte biyolojik silahların ya da yeni pandemilerin önlenebilmesi için kritik bir savunma hattı oluşturabilir.
Tarih boyunca, bilimdeki en büyük ilerlemeler en yıkıcı silahların ortaya çıkmasına yol açtı. 20. yüzyılda kimya, zehirli gazlarla savaş alanlarını doldurdu. Fizik, Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombasının patlamasına neden oldu. 20. yüzyılın sonlarında bilgisayar bilimi, siber saldırılar çağını başlattı. Şimdi ise sentetik biyoloji ve yapay zeka, 21. yüzyılın karanlık yüzünü şekillendirme potansiyeline sahip.
Vox’un vurguladığı gibi, moleküler bir perde arkasında gelişen bu görünmez tehditlere karşı, uluslararası işbirliğine, sıkı düzenlemelere ve en önemlisi hızlı tespit sistemlerine ihtiyaç duyuluyor. Yapay zeka ve sentetik biyolojinin bir yandan insanlığı hastalıklardan koruyacak tedaviler geliştirmesi, diğer yandan insan eliyle tasarlanmış bir kabusu gerçeğe dönüştürmemesi için çizginin nerede kalacağını ise insan iradesi belirleyecek.
Bu yüzden belki de bugün, geçmişte olduğu gibi nükleer başlıkların sayısını saymak yerine, laboratuvarlardan kaçabilecek görünmez bir virüsü fark edebilecek sistemler kurmaya odaklanmamız gerekiyor. Çünkü bir sonraki küresel kriz, yalnızca bir laboratuvar kazası değil, aynı zamanda kasıtlı bir saldırı da olabilir. Ve bunu anladığımızda çok geç kalmış olmamak insanlık için hayati bir sınav olacak.
DÜNYA BU YAZ KOŞA KOŞA DÖNÜYOR
Zaman mı hızlandı, yoksa biz mi yavaşladık? Hani özellikle yaşı ileri olanlar der ya, “zaman su gibi akıp gidiyor.’
Bu yaz dünyamız kendini hızlandırmaya karar verdi. Öyle ki 9 Temmuz’da yaşadık, 22 Temmuz ve 5 Ağustos 2025 tarihlerinde de gezegenimiz, her zamankinden 1,3 ila 1,6 milisaniye daha kısa sürede dönecek. “Bu kadar küçücük bir zaman farkı neyi değiştirir ki?” diye düşünenler olabilir. Ancak sabah alarmını 5 dakika erteleyip kahveyi yetiştirmeye çalışanlar için bile bu fark, dünyanın işleyişine dair hayati ipuçları veriyor.
Çünkü bu mikro saniyelik değişimler, GPS sistemlerinden banka transferlerine, internet altyapısından uydu iletişimine kadar günlük hayatımızın arka planında kusursuz çalışan saatlerin düzenine bağlı. Dünya kendi temposunu değiştirdiğinde, bütün bu sistemlerin de kendini yeniden ayarlaması gerekiyor.
Peki neden hızlanıyor bu dünya? Bilim insanlarının elinde kesin bir yanıt yok, ama birkaç şüpheli var. Ay’ın dünyadan yavaşça uzaklaşması, yörüngesiyle ekvatora göre konumu dönüş hızımızda mikroskobik değişikliklere yol açabiliyor. Üstelik bu yaz, Ay’ın dünya ekvatorundan en uzak konumlarından birine geleceği hesaplanıyor. Bunun dışında büyük depremler, tıpkı 2011’de Japonya’da olduğu gibi, dünyanın eksenini milim milim kaydırabiliyor ve bu da günlerin mikro saniyeler kısalmasına neden olabiliyor. İklim değişikliği nedeniyle buzulların erimesi, yer altı sularının yer değiştirmesi gibi faktörler, gezegenin ağırlık dağılımını değiştirerek bir topacın dönüşünü etkileyen minik el dokunuşları gibi gezegenin dengesini değiştiriyor. Dahası, bilim insanları dünyanın iç çekirdeğinde yaşanan hareketlerin de bu hız değişiminde payı olabileceğini belirtiyor. Kısacası dünya, bu yaz sanki spor salonuna erkenden gidip kardiyo temposunu artırdı ama kimse nedenini tam olarak bilmiyor.
NAVİGASYONLAR ŞAŞABİLİR
Geçmişte ise tablo biraz daha farklıydı. 1972’den bu yana Dünya’nın dönüşü yavaşladığı için bilim insanları zamanı dengelemek amacıyla 27 kez “artık saniye” eklemek zorunda kalmıştı. Hani şu yılbaşı gecesi “Bu yıl bir saniye daha uzun sürdü” dedikleri meşhur olaylar... Ancak 2020’de dünya “Şaka şaka, ben hızlanıyorum!” diyerek tüm planları altüst etti ve 60 yılın en kısa gün rekorlarını 28 kez kırdı. Geçen yıl 5 Temmuz 2024’te de tüm zamanların en hızlı günü yaşandı. Şimdi ise hızlanmanın bir süre daha devam edeceği, ardından yeniden yavaşlamaya geçeceği tahmin ediliyor. Dünya adeta “Bir hızlanıyorum, bir yavaşlıyorum” modunda takılıyor.
Bu hızlanmanın etkileri elbette sabah kahvemizi birkaç milisaniye daha hızlı bitirmemiz gibi günlük hayatımızda hissedilmeyecek kadar küçük. Ancak hassas teknolojiler için oldukça kritik. GPS sistemlerinin uydularla senkronizasyonunda kaymalar yaşanırsa navigasyonlar şaşabilir, hisse alım-satım işlemlerinin mikro saniyelerle belirlendiği finansal piyasalarda zamanlama kaymaları olabilir, internet ve telekomünikasyon altyapılarında gecikme hesaplamaları karışabilir. Bilim insanları, bu yüzden tarihte ilk kez “negatif artık saniye” ekleme ihtimalini tartışmaya başladı. Bu, zamanı bir saniye kısaltmak anlamına geliyor ve daha önce hiç uygulanmadı.
Dünyanın bu hızlanışı bize, zamanın akışına dair küçük ama önemli bir hatırlatma yapıyor. Koca bir gezegen bile bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyor. Biz de hayatta bazen koşturuyor, bazen yerimizde sayıyoruz, bazen de “zaman su gibi akıp gidiyor” deyip nostaljik şarkılara sığınıyoruz. Zamanın akışını kontrol edemeyiz belki, ama kendi hızımızı, bakış açımızı ve kendimize ayırdığımız zamanı ayarlamak elimizde. Çünkü bazen en küçük değişimler bile, dünyanın nasıl işlediğini anlamamız için en büyük ipuçlarını verir.
