GÜLAY ERDEMLİ
Ya bu Z kuşağı çok apolitik, dünya yansa umurlarında değil. Netflix’te dizi izlesinler, tembel tembel takılsınlar” görüşü öyle yaygın ki ne yapsalar yaranamıyorlar büyüklerine. Bu yaygın görüş tam olarak gerçeği yansıtıyor mu, artık hiç emin değilim. Çünkü son dönemde özellikle üniversite öğrencilerinin eylemleriyle bu inancım değişti. Araştırmalar da beni doğrular gibi. Yakın zamanda Berkeley Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, Z kuşağının siyasi konulara ilgisiz olmadığını, aksine onların aktif olarak sürece katıldığını ve endişelerini dile getirdiğini gösteriyor. Ancak geleneksel siyasi yapılara olan güven eksikliği ve mevcut sistemlerin etkinliğine dair şüpheler, bu kuşağın siyasi katılım biçimlerini ve tercihlerini değiştiriyor.
Dünyanın dört bir yanındaki gençler neye, kime, nasıl güveneceğini şaşırmış durumda. Ama işin aslı şu: Yeni nesil artık sadece “geleceğin lideri” değil, bugünün de kaderini belirleyen asıl özne.
Birçok ülkede gençler barınamıyor, geçinemiyor, iş bulamıyor ama bir yandan da ‘değişim’in kendilerinden beklendiğini biliyorlar. Ancak bu beklenti, üstüne bir de ‘siz şımarıksınız’ muamelesiyle sunulunca haliyle karşılık kadercilik oluyor: “Ben ne yaparsam yapayım, sistem değişmez.”
Dünyada da Türkiye’de de siyasi aidiyetlerin giderek çözüldüğü bir sır değil. Gençlerin partiler üstü güvensizlik duygusu artıyor. Artık mesele ‘hangi parti’ değil “Bu sistemde benim yerim var mı?” sorusu.
DEVRE DIŞI KALMIŞLIK HİSSİ
Bu soruyu sadece muhalif gençler değil iktidara daha yakın ailelerden gelen gençler de soruyor. Onlar da “Bizim bile hayal kuracak gücümüz kalmadı” diyor. Üniversite mezunu olmak yetmiyor, yurt dışına gitmek istiyorlar ama orada neyle karşılaşacaklarını da bilmiyorlar. Bu iki arada bir derede hali, sıkça bahsedildiği gibi kadercilik değil ‘devre dışı kalmışlık’ hissi bana kalırsa.
Gençlerin değerleri küresel ölçekte benzeşiyor. Eşitlik, çevre, adalet gibi temel konular artık siyasi görüşten bağımsız olarak ortak dertler haline gelmiş durumda. Türkiye’de de gençler olup biteni artık “Kim, neyi savunuyor?” saikiyle değil “Kim gerçekten bir şey yapıyor?” düşüncesiyle değerlendiriyor.
Sağ-sol ayrımı mı?.. Z kuşağı genç muhafazakarları bile sosyal adalet, çevre ve sağlık gibi konularda daha ‘liberal’ değerlerle hareket ediyor. Eski usul ideolojik kamplaşmanın bu kadar silik kalacağı kimsenin aklına gelmezdi sanırım fakat oldu!
Şimdi gençler siyasetçilerin nutuklarına değil gerçek çözümlerine kulak kesilmiş durumda. Ve evet sabırları sınırlı, hani bir benzetme yapmak gerekirse sosyal medya ‘story’ süresi kadar!
Ben bu gençlerin gerçekten apolitik olduğuna da artık inanmıyorum. Sadece bizim ‘tanıdığımız’ siyasetle ilgilenmiyorlar. Ve evet, bazen gerçekten ‘story’ kadar kısa sabırları var ama belki de bu çağın en dürüst hali bu. Uzun uzun konuşmaya vakitleri yok; çünkü hayatta kalmaya çalışıyorlar.
Dün okudum, Eğitim-Bir-Sen’in raporu Türkiye’de 18-24 yaş aralığında nen eğitimde ne istihdamda olan gençlerin oranının yüzde 31 ile OECD ülkeleri arasında en yüksek seviyede olduğunu anlatıyordu. Düşünün, bu rakam milyonlarca ev genci demek! Aklıma gösterilerde bir gencin elindeki şu pankart geldi: “Kaybedecek neyimiz kaldı? Korku da dahil.” Sosyal medyada “Kardeşim güzel özetlemişsin de ‘da’ ayrı yazılır” yorumları da mizahı hâlâ kaybetmediklerini gösteriyor.
JAPON PİKACHU TÜRKİYE’DEN DÜNYAYA İHRAÇ OLDU
Kim derdi ki bir video oyunu ve çizgi film kahramanı sivil itaatsizliğin simgelerinden biri olacak! Yeni dünya düzeninde sloganlar ve semboller neredeyse ışık hızında farklı yerlere sıçrıyor. Geçen hafta Türkiye’deki protestoların ‘yıldızı’ olan Pikachu, Gürcistan ve İsrail’de hükümet karşıtı gösterilere de ilham verdi.
Şu anda dünyanın farklı ülkelerinde farklı nedenlerle sivil itaatsizlik protestoları düzenleniyor. Nedenler farklı olsa da protesto dalgaları gençliğin kolektif bilincinde aynı sorulara cevap arıyor: “Bu ülke bizim mi? Geleceğimiz nasıl şekillenecek ve bu konuda biz ne yapabiliriz?”
Tiflis’te sivil toplumun boğazına takılan ‘yabancı ajan’ yasası, binlerce kişiyi sokaklara döktü. Gençler “Avrupa geleceğimizdir” derken hükümet “şeffaflık” iddiasıyla Batı karşıtı düzenlemeler peşinde. Sloganlar, pankartlar ve dans eden protestocular... Ama fonda hep aynı korku: Rusya’nın gölgesi.
Bir istasyon çöker, halkın sabrı taşar
Sırbistan’daki Novi Sad tren istasyonunun çatısı çöktüğünde altında sadece insanlar kalmadı. İyiden iyiye azalan toplumsal güven de bu enkazın altında kaldı. 15 kişinin ölümü bir kıvılcımdı, sokaklar öfkeyle doldu.
“Bu sınavı da geçeceğiz.”
“İhmal öldürür.”
Protestolar sessizdi ama mesaj netti: “Sadece bina değil, yönetim de çöküyor.”
Türkiye’de ise 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından protesto gösterileri başladı bildiğiniz gibi. Farklı siyasi görüşleri olan yüz binlerce genç taleplerini duyurmak için sokaklara çıktı. Gençlerin protestoları kampüslerde, metrolarda, sosyal medya platformlarında viral oluyor. Barışçıl ama inatçı. Mizahları güçlü, pankartları yaratıcı. Protestolar farklı ülkelerde olsa da benzerlikler çok. Gençler sokaklarda umutsuzluk ve mizahla kol kola yürüyor. Yeni bir kuşak sahneye çıktı ve gösterinin yıldızı olmaya çok kararlılar!
CÜZDANIN GÜCÜ VAR MI?
Sivil itaatsizlik denince akla gelen ilk yöntemlerden biri boykot. Ama bugün öyle bir noktadayız ki hem boykota katılıp hem de o boykottaki bir markayla ‘story’ paylaşmak mümkün. Tarih bize boykotların işe yaradığını gösteriyor aslında. ABD, İngiliz çayını protesto ederek kurulmuş bir ülke. Rosa Parks otobüs koltuğundan kalkmadığında sadece bir kadının değil bir halkın direnişini başlatmıştı. Otobüs şirketleri zarara uğradı, sistem konuşmak zorunda kaldı. Çünkü ‘bir şey’ değişti; insanlar sistemin müşterisi olmaktan muhalifi olmaya cesaret etti. Ama bugünün meselelerine günümüz araçları ne kadar temas edebiliyor? Sosyal medyada #Boycott etiketiyle yapılan her kampanya, bir sonraki gün aynı uygulamada kaybolduğunda geriye ne kalıyor?
Dünyadaki pek çok şirket politik pozisyonları (ve/veya pozisyonsuzlukları) yüzünden boykotların hedefi oldu. Bu boykot bazen başarılı oldu, bazen etkisiz kaldı. İşte burada şu soru akla geliyor: Kimi cezalandırıyoruz? Şirketleri mi yoksa orada çalışanları mı?
Zira birçok boykot, dev holdinglerin yönetim kuruluna değil kasadaki çalışanlara çarpabiliyor. İşten çıkarmalar, maaş kesintileri, sosyal hak kayıpları gibi uygulamalarla siyasi aktivizmin bedelini yine en alttakiler ödüyor. Gençlik özellikle bu konuda iki arada bir derede. Hem dünyayı değiştirmek istiyorlar hem de sistemin her yerine entegre edilmiş şirketleri nasıl hedef alacaklarını bilmiyorlar. Kafa karışıklığı sadece politik değil, pratik. Geçen hafta yapılan boykot çağrılarının ekonomik sonucu ne oldu tam olarak net değil ama CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “Gençlerin boykotun destek kararına biz de destek verince büyük bir panik... Hepsi alışverişe çıktı. Oh içime değsin! O boykotu herkese duyurttum ya, oh!” sözleri ilginçti.
Boykot, elbette hâlâ önemli bir araç. Ama tek başına değil. Eğer sivil itaatsizlik bir orkestra ise boykot yalnızca bir enstrüman. Yanına bilinçli oy verme davranışı, örgütlenme, doğrudan temsilcilerle iletişim, kamusal baskı ve uzun vadeli kolektif hafıza eşlik etmediği sürece ses hep tek notada, aynı noktada kalıyor.
Ben bu satırları yazarken kahvemi bitirdim. Bardağın üstünde bir logo yoktu, kendi evimde kendi fincanımla içtim kahvemi. Ama şunu biliyorum; tüketici olarak sistemle ilişkimiz her zaman tuhaf bir denge üzerine kurulu. Bir yandan “Satın alma gücüm var” diyoruz diğer yandan “Aldığım hiçbir şey beni temsil etmiyor” diye şikayet ediyoruz. Ve belki de mesele şurada düğümleniyor: Boykot edenin kalbiyle çalışmak zorunda olanın cüzdanı arasında sıkışmış bir adalet duygusu... Bir taraf değişim isterken diğer taraf hayatta kalmaya çalışıyor. O yüzden bir şeyleri değiştirmek istiyorsak belki de önce bu çelişkiyle yüzleşmek gerekiyor.
