15 Temmuz’u nasıl anlamalı?
Bugün 15 Temmuz. Başarısız bir darbe girişiminin beşinci yıl dönümü.
“Başarısız”lığın altında ne var, diye bakıldığında ordunun hiyerarşik yapısı içinde gerçekleşmeyişi, yani ordunun tamamını işin içine katmayı başaramayan, hatta yer yer dirençle karşılaşan bir cuntanın işi oluşu, cuntanın darbeyi planlanan zamandan çok öne alması, dolayısıyla insanların henüz ayakta olduğu bir zamanda alana hakim olamaması gibi “yapısal” çarpıklıklar sayılıyor.
Ama -başarısız-lığın bunlarla sınırlanması, “darbe girişimine karşı halk direnişi”ni görmezden gelmek anlamına gelir. Oysa önce Ak Parti, sonra da Cumhur İttifakı, “direniş”i nerede ise “milli mücadele ile eş, ikinci kurtuluş savaşı gibi bir idealizasyon” çerçevesine oturtmuşlardır.
Doğrusu, pek çok askeri darbeye maruz kalan ve iktidarların çoğu kere düşürüldüğü ya da şapkasını alıp gittiği, kanlı icraatların gerçekleştiği, halkın da pasif kaldığı Türkiye’de halkın darbecilere karşı sokağa çıkışı, tankların önüne canını siper edişi idealize edilecek bir hadisedir.
Darbeye karşı direniş, bir anlamda halkın seçtiği iktidarı koruması, yani kendi iradesine sahip çıkması anlamına da gelir. Bu olayda Meclis’in bombalanması gibi halk iradesine karşı açık bir saldırı da vardır ve onun için direnişin “kendi iradesine sahip çıkması boyutu” önem kazanıyor.
Peki ama halk, birçok darbe girişiminde pasif kaldığı halde, burada nasıl bir refleksle sokağa çıkmış ve direnç sergilemiştir?
Bu soru, tam da bugünlerde kamuoyunda tartışılmakta olan -silahlar- konusu ile iç içe geçiyor.
Yani “ortada yine de örgütlü bir yapı var mıydı, bu insanlardan bir kısmına silah dağıtılmış mıydı, direniş örgütlenmiş miydi, kimi nasıl örgütlemişti? “ bu sorular 15 Temmuz gecesi ile ilgili… Bir de devamı var: Hala böyle silahlanmış gruplar var mı, bunlar birilerinin denetiminde mi, siyasi iktidarın böyle bir yapı ile ilgisi var mı, Cumhur İttifakı, yani Ak Parti ile MHP’nin ilişkisinde böyle bir iltisakın etkisi var mı?
Bunlar, muhalefetin ürettiği tamamen kötü niyetli sorular olabilir.
Ama olay, aslında Türkiye için çok yabancı bir konu değil. Özel Harp Dairesi, Seferberlik Tetkik Kurulu, ülke işgal edildiğinde işgalcilere karşı sivil direnişi örgütleyecek bir yapı, bir yerlerde gömülü silahlar vs. Bunlar ilk defa duyuluyor değil. Payitahtın işgali sırasında Anadolu’da direnişin örgütlenmesi olayı da emsal olarak görülür bu işlerde.
Peki tartışmalı kısmı ne?
Tartışmalı kısmı, böyle bir örgütlenmenin içerde siyasi anlamda kullanılması, geçmişte Gladyo gibi bir yapının kullanması, bugün de siyasi iktidarın çevresinde böyle bir yapı oluşması ve “muhalif oluşumlara karşı tehdit unsuru” haline gelmesi. İş TSK bünyesinde ise yine de hesap verebilir bir yapıdan söz etmek mümkün iken, para-militer bir güç halinde yapılanması durumunda tamamen başıbozuk bir cinayet örgütüne dönüşme ihtimali ortaya çıkıyor.
Sedat Peker’in, silahlandırıldığını iddia ettiği öyle bir yapı var mı? Bu mutlaka açıklığa kavuşturulması gereken bir durum.
Zaman zaman “hele bir 15 Temmuz gibi bir işe kalkışın, biz birilerini zaten göze kestirmiş durumdayız, ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getiririz” yollu sözüm ona “sivil” meydan okumalara rastlanıyor ülkemizde. İktidar cenahında konumlanan silahlı pozlar veriliyor. Meclis kürsülerinden tehdit edilen siyasi yapıların binalarına baskınlar düzenleniyor ve cinayet işleniyor.
Bunlar meczup işi mi, yalnız kurt eylemi mi, bunların arkasındaki motivasyon nedir, yoksa bunlar, var olan para-militer yapının heyecan, öfke dozunu kaçırmış patlayan unsurları mı?
Aslında şöyle hayati bir soru var bu işlere bakıldığında:
“-Halk hareketlerinin hangisi idealize edilmeli?”
15 Temmuz idealize ediliyor. Bu, halkın iktidarı korumak - desteklemek için sokağa çıkması idi. Yani iktidarla birlikte yürüyen bir halk hareketi söz konusu 15 Temmuz’da.
Ancak Turuncu devrimlerde, Arap Baharı’nda duygular karışıktı: Bir yandan diktatörlere karşı boyutuyla alkışlandı, bir yandan bu eylemlerin arkasında yer alan “Soros neyi oynuyor? “ diye sorgulandı. Çavuşesku’nun, Mübarek’in, Zeynelabidin bin Ali’nin devrilmesi iyiydi, ama “Soros endişesi” bizde hep “tehlike” alanında görüldü. Nitekim Gezi hadisesi, iktidara karşı bir komplo olarak değerlendirildi. Hatta iktidar, Gezi’yi bir milad olarak gördü ve benzeri tüm halk hareketlerini bir şekilde tasfiye etmeyi tercih etti.
Demek halk hareketleri için “mutlak idealizasyon” gibi bir durum olmuyor. Bir anlamda bıçak sırtı durum. Para-militer yapılara kapı aralandığında bunun nerede duracağı bilinmez. En azından ülke “korku iklimi” içine girer, ötesinde akla getirilmesi bile ürkütücü iç kargaşalara kapı aralanır. Ateşle oynamaktır. Aklı olan yapmaz.