Nasıl anılmak isterdiniz?
Evren’in kılıcının iki tarafının kestiği günlerdi. Başörtüsü yasağı günleri. Üniversite kapılarında göz yaşları vardı. Kamu alanında başörtülü birkaç öğretmen, hemşireye karşı medya ile birlikte sürek avı yapılıyordu.
O günlerde Zaman gazetesinde Çarşamba yazıları yazıyordum. O yazılardan birisinin başlığı idi “Nasıl anılmak istersiniz?” sorusu. Evren için yazılmıştı? Zor zamanların yazısı idi. Çok okundu, konuşuldu o yazı. Cesaret meselesi olarak değerlendirildi.
Aslında her insan için olduğu gibi, ülkeyi yönetenler için de bir gün sorulur bu soru. Ebedi yolculuk kapısında… Mahşer ortamında sorulmadan önce.
Yıl dönümü günlerinde de inanan insanlar kendi kendilerini böyle bir sorgulamadan geçirirler. Şu anda yolculuk olsa ve arkamdan “Nasıl bilirdiniz?” diye sorulsa, neler söylenir?
Gelenek “İyi bilirdik?” cevabı ile karşılar bu soruyu. Ama yazıcılar daha titizdirler… Göz – kaş işaretlerini bile yazarlar. Onun için duyarlı olanlar biraz ümit (reca) ile endişeyi (havf) birlikte taşırlar yüreklerinde.
İçinden geçtiğimiz dönemler…
Nasıl yazılmıştır hayat defterlerine?
İnsanlar “mazlûmiyet çığlıkları” atıyorlar. “Zulüm”den söz ediliyor çokça… “Adalet talebi” yükseliyor dört bir yandan… Ve bu dünyanın adalet terazisinde sağlıklı ölçülemediğine inanılan pek çok dosyanın mahşer ortamında görüleceği umudu seslendiriliyor.
Bunlar yazılmış mıdır birilerimizin hesabına?
Bir ülkeyi yönetenler neyden ne kadar sorumludurlar ebediyyet planında?
Ben “Kenan Evren’e ‘Nasıl anılmak isterdiniz?’ diye sorulacak” diye yazdığımda aslında gereksiz bir sorgulamadan mı söz etmiş olmuştum?
Şu an ülkeyi yönetenler, geçmiş bir yıla baktıklarında ne görürler?
Geçmiş 23 yılın da muhasebesi yapılmalı tabii ki…
Ve tabii ki pek çok artı var.
Eğitimde ve kamuda başörtüsü zulmü bitti, Ayasofya açıldı, savunma sanayiinde hamleler yapıldı vs…
Ama bir de negatifler var terazinin kefesinde.
“Siyaset bu…” diye hazmedilmeli mi?
“Allah affetsin” denildiğinde, af kapsamına girer mi?
Hani bir görüş var, zaman zaman Tayyip Bey de seslendirir, “Kişilere karşı işlenmiş suçlar af kapsamına girmez, onlar ancak kendisine karşı suç işlenenler affettiğinde affolunur” şeklinde… Hoş şimdi aflarda yiv – set kaybolmuş durumda… Karısını dövdüğü için cezaevine girip de aftan yararlanarak çıkan zat ertesi gün gidip karısını katlediyor…
“Siyasi” bilmem ne saiklerle yürütülen Yargı operasyonları ile zulme uğradığını düşünen, bir kısmı cezaevinde son nefesini veren insanların hukuku nasıl temizlenecek?
Başbakan Menderes’i, onunla birlikte iki bakanı dar ağacına götürenlerin bir mahşer hesabı vardır değil mi?
Böyle o kadar adli cinayet var ki bu memleketin şu uzak - yakın tarihinde… “Siyaseten katl” diye bir deyim türetmişiz.
Bilmem ki, üç – beş yılda bir devreye giren adaletsizlik örnekleri (bu ifadenin daha ağır tanımlamaları vardır) ile anılmak kimin hoşuna gider?
Şimdi getirmişiz memleketi, gelir adaletsizliklerinin oluşturduğu uçurumun kenarına bırakmışız. Bunun ülkeye, ülke insanına ödettiği bir bedel var. Bunun muhasebesi nasıl yapılır meselâ şu yıl dönümünde? 17’inci büyük ekonomi olmak, kişi başı 17-18 bin dolarlık milli gelire sahip olmak ama aynı zamanda en çok yoksulluğun konuşulduğu ülke olmak nasıl bir şey? Nesillerin kıtlık psikolojisi içinde yoğrulduğu ülke olmak?
Şu uyuşturucu salgını –sıra daha daha 12 yaşına inen uyuşturucu bağımlılığı ile mücadeleye gelmediği halde, yapılan operasyonlarla iktidara yakın - uzak gözaltına taşınan simalar bizatihi böyle bir salgının da göstergesi değil mi?- bir yönetim zaafını işaret etmiyor mu?
Eğitimde ne oldu ki, her çevreden insanlar kafayı bulma arayışlarına giriyor?
En üstten bakıldığında ülkenin tamamı görülüyor olmalı. Hangi sofrada ne var, görülüyor olmalı. Ne görülüyor sofralarda oralardan bakınca acaba? Fukara sofralarında ne görülüyor? Ucuz ekmek – et kuyruklarında kimler görülüyor?
Mesela şafak vakti böyle bir kuyruğa girse ülkeyi yönetenlerden kimileri, çok daha sağlıklı bir muhasebe imkânına kavuşmazlar mı?
Mehmet Akif, “Kocakarı ile Ömer” şiirinde Halife Ömer’e “Ömer Ömer nasıl aldın bu bârı (yükü) sırtına sen?!” diye konuşturur.
“Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu – Gelir de adl-i ilahi Ömer’den sorar onu” bilinci de orada mayalanır; ebediyyet kaygısında…
Ne bileyim ben, biraz kaygılı olmak gerekiyor şu adalet – zulüm işlerinde… İşte zaman akıyor. Herkes biraz daha yaklaştı mukadder randevuya… Bakmak lâzım hayat defterlerine… Zulümle adımızın yan yana geldiği notlardan korkmak lâzım.
