Çöküş dönemlerinin unvanları hep Allah’lı Billah’lı

Abbasi halifelerinin isimleri Harunürreşid, Emin, Me’mun diye giderken bir yerden sonra değişiyor. Lillah’lı, Billlah’lı olmaya başlıyor.

Muktedir-Lillah, Kadir-Billah, Kahir-Biemrillah, Mütevekkil-Alellah gibi.

Unvan ve sorumluluklarına Allah'ı katıyorlar. İşlerin kötüleştiğini lakaplarından anlıyorsunuz.

Adının ardına lakap olarak Lillah’ı koymayan, Billah’ı koyuyor. Kendine Biemrillah ünvanı takmayan, Liemrillah’ı takıyor. Alellah’ı kullanmayan, Lidinillah’tan şaşmıyor.

Hz. Muhammed’in unvanı, Resulullah’tı. Hz. Ebu Bekir’inki, Resulullah’ın Halifesi (Halifetü Resulillah). Hz. Ömer’inki, Resulullah’ın Halifesinin Halifesi (Halifetü Halifeti Resulillah).

İlk kez Muaviye, Halifetullah sıfatını yakıştırıyor kendine. Peygamberin ve halifelerinin halifesi değil, doğrudan Allah’ın halifesi. Ayrıntılarını, Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’nde bulabilirsiniz.

Emevi sultanlarına, Halifetullah sıfatı yetmişti. Ama Abbasi hükümdarlarını o da kesmiyor. Rütbelerini bir derece daha yükseltip kendilerini “Zıllullah fi’l-arz” ilan ediyorlar. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi!

Böylece halife hazretlerine karşı geldiniz mi, Allah’a da karşı gelmiş oluyordunuz. Çünkü o Allah adına ve haşa birlikte yönetiyordu. İnanmıyorsanız ünvanına bakın, orada bile yazıyordu.

Dolayısıyla halife hazretleri; başarısızlıklardan, kötü yönetimden tek başına sorumlu tutulamazdı. Aslında birinci derecede sorumlusu da değildi. Berbat ettiği işlerin sorumluluğunu üstlenmeye gelince, o da en nihayet denileni yapan bir emir kulu postuna bürünüyordu.

Elçiye zeval olmazdı, nasların sahibi Allah’tı sonuçta.

Sultan, emir, padişah, melik, han, kral, imparator gibi unvanların hangisi bu imkanı verir, söyleyin?

Abbasi halifeleri de diğer hükümdarlar gibi nam ve unvanlara düşkündü. Güç ve statülerini abartılı sıfatlarla hatırlatmayı seviyorlardı. Hatta lakap yarıştırmakta Emevilere bile fark attılar.

Ama zora düşünce, hemen sorumluluğu Allah’a havale eden lakaplara yöneldikleri görülüyor.

Özellikle de yüzlerine gözlerine bulaştırdıkları, ülkeyi batırdıkları dönemlerde seçtikleri lakaplar, çok kullanışlıydı. “Var mı Allah’la ikimize yan bakan” demeye getirdikleri lakaplar.

Allah adına, Allah için, din için, Allah’a güvenerek, Allah’ın emriyle manasına gelen lakaplar, istismar için değilse başka niye alınır ki!

Sorgusuz sualsiz itaat edilmeye, en çok da işleri batırdığınız zaman ihtiyaç duyarsınız. Sanki yaptığınız ilahi bir emri yerine getirmekten ibaretmiş, kendi kör ihtiras ve beceriksizliklerinizden değilmiş, kendiniz için yapmamışsınız, o yüzden memnuniyetler size sitemler Allah’a iletilmeliymiş, hatalarınızın bedelini öderken sabredenlere öbür tarafta büyük ödül varmış, halkın imtihanı da buymuş, acı reçeteler Allah’tan bilinerek sineye çekilmeliymiş gibi.

Allah’a ortak koşmak şirktir; dinden, imandan çıkarsınız.

Fakat Allah’ı işinize, eylemlerinize ortak etmek bilakis en koyu dindarlıkmış gibi sunuluyor. Dün de öyleydi, bugün de.

Kudret sahipleri, kendi dünya saltanatlarını koruma mücadelesini, hep halkın ahiretini kurtarma meselesi gibi gösterdi. Halkın bu yolda katlanacağı sıkıntılar da Allah’ın birer sınamasıydı güya.

Kadere rıza ve tevekkül, kulluk şuurunun en ileri mertebesi olarak tarih boyunca özendirilip yüceltildiyse bundandır. Siyasete alet edilsin, çöküş dönemlerinde hükümdarların acılı arabeske bağlayıp suçu üstlerinden atmalarına yarasın diye.

Tanrı istemezse yaprak bile kıpırdayamazken enflasyon, fiyatlar, Bizans parası mı kendiliğinden yükselecekti behey gafiller! Başa ne geliyorsa ondandı, kul ne yapsın!

Oldu olacak, Müslüm Baba’yla tamamlayalım: “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş”.

YORUMLAR (191)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
191 Yorum