Demokratik kırıntılar kaldı mı?
Demokratik düzenlerde iktidarları seçimler yoluyla değiştirmek, bu istikamette siyaset yapmak, girişimlerde bulunmak, iktidarı siyaset yoluyla yıpratmak, kamuoyuna yönelmek, tepki vermek, tepki istemek yasal ve meşrudur.
Aslında daha fazlası: Demokrasinin, demokrasilerde bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılmasının olmazsa olmazlarından, tanımlayıcı koşullarından birisidir.
Demokraside seçimlere dair kriteri, onların sadece varlığı değil, aynı zamanda özgürlüğü oluşturur. Bu ise ancak geniş bir temel hak ve hürriyetler alanıyla, alternatif siyaset yapma ve önerme kanallarıyla, tepki ve protesto imkanlarıyla anlam kazanır.
Bu tür çaba ve faaliyetlerin, parlamento dışı veya muhalif siyasetin suç nesnesi kılındığı ülkeler, tek kalemde, demokratik olmayan rejimler sınıfına konurlar. Siyaset yapmanın yeri, şekli ve içeriğinin iktidar tarafından belirlendiği denetlendiği ülkeler de öyle.
Son yıllarda Türkiye bu konuda açık bir örnek oluşturuyor.
Doğrudan doğruya siyaseti, ifadeyi, hatta düşünceyi hedef alarak açılan davalar, bu nedenle cezaevlerinde bulunan siyasetçiler, insan hakları temsilcileri, yazarlar ortada.
Önümüzdeki hafta, 18 Şubat günü Kavala davası görülecek ve muhtemelen hüküm açıklanacak. Savcı, Gezi olaylarının bir darbe girişimi, bunların tertipleyicisinin Kavala ve arkadaşları olduğu sonucuna varmış, mütalaasını geçen celse açıklamıştı. “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” suçuyla sanıklar hakkında ağırlaştırılmış müebbet, müebbet, en az 10 yıla kadar hapis cezaları istedi. Bunun için hemen hiçbir kanıta ihtiyaç duymadı. İddiaların, varsayılan ilişkilerin kurmaca bir romanı andırmasını önemsemedi.
Belli ki mevcut düzenin, siyasi düşünce ve siyasi eylem konusunda yeni tanımlara, onları doğrulayacak suçluya ve mahkumiyete ihtiyacı var.
Nitekim bu iddiaların arkasındaki mantık, Osman Kavala ve diğer sanıkları örnek nesneler kılacak biçimde, gösteri, miting, tepki, iktidar karşıtlığı, siyasi olarak ve siyasi yoldan iktidarın gitmesinin ve değişmesinin telaffuz etmeyi de suç haline dönüştürmek isteğiyle ilgili. Bu tür düşünce ve girişimlerin kendiliğinden şiddeti içerdikleri varsayıyor ve sondan başa giderek bir suç alanı inşa ediyor.
Umalım salı günü hükmü açıklaması beklenen heyet, bize “bu ülkede her şeye rağmen hakimler varmış” dedirtsin.
Gezi Davası’dan bir gün sonra, benzer başka bir kovuşturmanın, Büyükada Davası’nın da muhtemel son celsesi görülecek.
İki yıl önce Büyükada’da bir sivil toplum kuruluşu toplantısının, garip bir şekilde, keyfi bir ihbarla örgütsel toplantı diye basılması sonucu açıldı bu dava. 2 yıldır devam ediyor, diğerleriyle benzer nitelikler taşıyor.
Bu davanın iddianamesinin girişindeki, özellikle önem verilerek ‘boldlanmış’, polisiye roman tadında, yargılayanın niyet ve zihniyetine neşter atan şu cümleyi hatırlatmak isterim:
“İçeride bulunan şahısların cep telefonlarını polislerin alacağından, bu telefonların içerisinde bulunan bilgilerin nasıl saklanacağından, bu bilgilerin telefonlar yakalansa bile nasıl gizli tutulabileceğinden, bilgilerin polis veya başka şahıslar tarafından ele geçirilmesinin nasıl engellenebileceğinden, şifrelemelerden bahsettiklerini, içlerinden birinin dernekte bulunan bilgisayarının polisin eline geçmesi durumunda çoğu kişinin yanacağından bahsettiğini, içerideki kişilerin elektronik cihazlarının polisin eline geçmesinden çok endişe ettikleri…”
Peki, elde edilen telefonlarda ne var? Hiçbir şey.
Başka delil? O da yok.
Bir sanığın, Af Örgütü Yönetim Kurulu Başkanı Taner Kılıç’ın telefonunda “ByLock var” iddiası bulunuyor. Ama Af Örgütü ve emniyet bilirkişi raporları “telefonda ByLock yok” diyor. Gelin görün ki, savcı mütalaayı bunları dikkate almadan vermiş durumda.
Arayış adeta, farklı siyasi mantık ve faaliyeti, hatta bir STK toplantısını, STK temsilcilerini suç nesnesi haline getirmek.
Bu dava da, Kavala davası kadar hayati bir dava.
Ülkede demokrasi kırıntılarının kalıp kalmadığına dair son hüküm yeri olacak.