Hukuk ve reisler
Türk siyasi düzeni tanımlanırken sıkça, seçimlere indirgenmiş “eksik demokrasi” tabiri kullanılır. “Eksik demokrasi” tabiri, doğal olarak akla “eksik hukuk” tanımını getirir.
Ne var ki, eksik olunca hukuk, hukuk olmaktan çıkar. Evrensel değerlerin, insan hakları ilkelerinin, adalet ve özgürlük fikrinin yer almadığı, hukukla çatışan, düzenleyici hükümler, kurallar manzumesine döner. Böyle düzenler hukukla anılmaz ve kanun devleti adı taşırlar. Bu düzende kanunlar genel olarak siyasi faydaya, ideolojiye, inanca, çıkarlara göre biçim alırlar. Kanunların yapımı, yorumlanması, kanun adamlarının karar verme, hüküm düşme, gelme, gitme şekilleri de buna uygun olur.
Son günlerde arka arkaya bu durumu işaret eden örnekler yaşadık.
Bir istinaf mahkemesi, emekli bir korgenerale, Metin İyidil’e darbecilik iddiasıyla verilen müebbet hapis cezasını bozdu ve beraatine hükmetti. Ancak itiraz yoluyla İyidil tekrar tutuklandı. Buraya kadar iki mahkemenin verdiği tam zıt kararlar dışında süreç, kitabına uygun bir şekilde yürüdü.
Mesele bu noktadan sonra başladı. İstinaf mahkemesinin beraat kararı siyasi makam tarafından doğru bulunmadı. Ve bu mahkeme HSK tarafından jet hızıyla dağıtıldı, üyeleri farklı yerlere tayin edildi. Birkaç gün sonra cumhurbaşkanı duruma şu sözlerle açıklık getirdi:
“Hak sonunda er ya da geç yerini buluyor. Düşünün müebbet hapse mahkum olmuş bir kişiyi kalkıp hemen beraat ettirme gibi bir yola mahkeme nasıl gidebiliyor, bu anlaşılır bir şey değil... Tabi bunların hepsinin talimatını verdik... Adalet Bakanlığımız ve savcılarımız bu noktada adımlarını attılar...”
Bu sözlerden, beraate itirazın nasıl yapıldığı, HSK’nın hükmü beğenilmeyen mahkemeyi neden dağıttığı anlaşılıyor. Hukuk dediğimiz şey de, yürütmenin o talimatı verdiği noktada bitiyor. Burada sorun veya tartışma, İyidil’in darbeye karışıp karışmadığı, mahkeme kararlarının yerinde olup olmadığı değildir.
Sorun kimi hakimlerin hala cemaat üyesi olması ihtimali ve/veya istenmeyen hükümler veren hakimlerin hızla FETÖ’cü ilan edilme, görevden alınma mekanizması da dahil olmak üzere, yargının her yönüyle siyasallaşmasıdır.
Sorun, mahkeme kararlarını denetleyen, son hükmü veren merciinin siyasi iktidar olmasıdır.
Türkiye’de hukuk devleti yok, bu açık.
Peki kanun devleti var mı?
O da şüpheli.
İnsan, bir kademe daha geriye gittiğimizi, “ataerkil bir örf düzeni”ne dönüşmekte olduğumuzu düşünmekten kendisini alamıyor. Zira bu düzen bir reisin kişiliği, vicdanı, geleneği yansıtan kararlarıyla anlam kazanan “doğrular” silsilesine işaret eder. Reisin vicdanı ve takdiri (bir bakıma “meşrulaşmış keyfilik”) kanun ve kuralın yerini alır.
Değil mi ki, cumhurbaşkanı, başka bir mahkeme kararını eleştirirken kanun ve hukuka bakışını, bunlar arasındaki ilişkiyi, yukarıdaki ataerkil düzen mantığıyla tanımlıyordu.
Konu, cumhurbaşkanın yüzüne kezzap atılan Berfin Özek’in davasında sanığa verilen 13.5 yıl cezayı yetersiz bulmasıydı. Şöyle diyordu: “Bana bu cezanın ‘kanundaki en yüksek oran olduğu’ söylendi. Böyle bir olay kendi kızının başına gelmiş olsa, kanunlara mı bakacaksın? Yoksa böyle bir hak olur mu, böyle bir adalet olur mu, buna mı bakacaksın? Siz burada hakkı arayacaksınız, hukuku arayacaksınız ... Hukuk eşittir kanun değildir.”
Hukuk ve kanun aynı şey değildir, buraya kadar doğru. Ama bundan sonrası yanlış, zira kanunsuz suç ve ceza olamayacağı da hukukun ilkelerinden birisi ve kanunun öngörmediği yaptırıma hukuki denemeyeceği açık.
Nitekim İyidil örneği de, Berfin Özek örneği de, cumhurbaşkanının aklındaki hukuk tanımının bizim bildiğimiz hukuk tanımı olmadığını gösteriyor.
Nedir o zaman “reis”in hukuk tanımı?
Açık: “Vicdan”dır.
Peki ceza? O da, reisin duygusuna, vicdanına, siyasi sistemin ideolojisi ve rasyonalitesine göre yaptırımdır.
Evrensel değerlerin yerini, duygular, çıkarlar ve ahlaki eğilimlerden azade almayan kişi vicdanı, kuralların yerini ise bu vicdanla orantılı keyfi hükümlerin aldığı sistemlerde kapı, Türkiye’deki gibi bahçelere açılır.