Mülteci sorunu karşısında Türkiye
Bir dine, dinin mensuplarına veya etnik ve kültürel bir gruba yönelik fobik tavır, öze dayalı milliyetçiliğin, ona bağlı değer sistemleri ve dışlama mekanizmalarının, otoriter-faşizan düzenlerin temelini oluşturur.
“Öteki”nin kim olduğu, “öteki”ye bakış, “öteki”yle temas bu açıdan, dönemler, toplumlar, siyasi düzenler için bir aynadır.
Kötü bir evredeyiz. Yabancı sevmezlik, istemezlik, “öteki”ye yönelik güvensizlik ve ret, toplumlardan devletlere, Batı’dan çevresine uzanan baskın bir eğilim halinde.
Algılarda açılışı 1980’de İran devrimi yapmıştı. 11 Eylül 2001 saldırılarıyla Batı, El Kaide’yle tanıştı, terör ve Batı’nın kalbine saldırılar İŞİD’le sürdü. 2011 sonrası bu kez Batı’ya yönelen büyük Müslüman göçü baş gösterdi. Başta Avrupa olmak üzere hedef topluluklarda, önce “İslamofobi”, sonra “mülteci karşıtlığı” adım adım hakim dalga haline döndü.
ABD’de Trump, Avrupa’da yükselen aşırı sağcı siyasi hareketler bildik örnekler… Macaristan ve Polonya otoritarizminde mülteci karşıtlığının yeri belli… Danimarka ve Hollanda aşırı sağcıları mülteci sorunu üzerinde sörf yapıyor. Yarın, Fransa’da Macron’la başkanlık yarışını yapacak Marine Le Pen’in iki ayrıcalıklı teması var: Kimlik ve göçmenler…
Bunlar, çok kültürlülük fikrinin iflasını, güvenlik arayışının demokrasi karşında öne çıkmasını, zımni saf kültür talebini, milli devlet vurgusunu, içe kapanma eğilimlerini besleyen gelişmeler oldu. Ya da popülist, otoriter dalgaların toplumsal destek kaynakları…
Avrupa’da terör, İslamofobi ve mülteci akınının el ele bir algı bloğu oluşturduğu açık.
Bu üçlü, özellikle Batı Hrıstiyan topluluklarda “inanç-Müslüman” görüntülü bir maske halinde…
Ancak büyük göç dalgaları tarihte her zaman, her yerde gerginlikler ve sorunlar oluşturmuştur.
Nitekim 2011 sonrası, göç ve mülteci dalgası, Müslüman ülkelerde de inanç maskesini aşarak kendi başına büyük bir sorun oluşturabiliyor.
Türkiye bunun tipik örneği.
2011’de Suriye nüfusu 21 milyondu. Savaşla birlikte yarıya yakını ülkeyi terk etti. Komşu ülkelere ve Batı’ya yöneldi. Resmi rakamlara göre 7,5 milyon Suriyeli ülke dışına göç etti. Bunun sadece 3,7 milyonu Mart 2022 rakamlarına göre Türkiye’de. Türkiye’deki mültecilerin yüzde 47’si 18 yaşını geçmemiş kişiler. Ve sadece 50 bini geçici barınma merkezlerinde yaşıyor.
Bu tablo, çok katmanlı ve parçalı toplumsal, kültürel gruplardan oluşan Türkiye’de bile, Müslüman merkezli sentez fikrine açık Türkiye toplum geleneğinde bile, görülmemiş oranda bir mülteci karşıtlığı dalgası üretiyor. Nitekim birçok kamuoyu araştırmasında, farklı siyasi eğilimlerin ortak ötekisi “Suriyeliler” olarak tanımlanıyor.
Bu tutum, ülkedeki ortak toplumsal zemini, kimi hakim toplumsal dalgaları hem tarif ediyor, hem şekillenmesine katkıda bulunuyor. Diğer ifadeyle, içe kapanmacı, popüler milliyetçi, milli devlet sınırlarına vurgu yapan, ekonomik sıkıntılarla ve işsizlikle birleşen, ondan beslenen sert-dışlayıcı vatandaşlık tanımı muhafazakarlardan sekülerlerle, sağdan sola uzanan bir ortak hat oluşturuyor.
Tüm bunların otoriter eğilimleri destekleyen toplumsal destekler olduğu muhakkak.
Kendisini en ileri ve en açık sanan kamusal figürlerin, bile “kanla kazandığımız topraklar Suriyelilerle doldu, içim kan ağlıyor” gibi mesajlar çekebildiği bir ülke haline geldik.
Siyasi partiler de artan oranda bu tablonun farkında.
Ümit Özdağ, örneğin, tüm söylemini Suriyeli mültecilerine, ülke kültürünün saflığı politikalarına hasretmiş durumda. Siyasi iktidar partileri Suriyelileri ülkelerine göndermenin yollarından söz etmeye başladılar. CHP, başından itibaren AK Parti’nin açık kapı politikasına itiraz ediyor.
Velhasıl mülteci sorunun toplumun ve siyasetin merkezine yerleşiyor.
İki husus önemli.
İlki şu: Mültecilik meselesi yabancı sevmezlikten ırkçılıktan uzanan eğilimleri besliyor, hatta bu tür siyasi tutumları normalleştirme potansiyeli taşıyor…
İkincisi şu: Türkiye’ye yerleşmiş, Hatay-Reyhanlı gibi yerlerde çoğunluk nüfusu oluşturan ve geri gitmesi neredeyse mümkün olmayan 4 milyon Suriyeli ciddi entegrasyon politikaları gerektiriyor…
Siyasi partilerin bu hususların farkında olmak zorundalar.
İkinci konudaki demokratik politikalar, birinci husustaki sakıncaları tamir etmenin tek yoludur.