‘Yangın vaaar!’

Hafta başında Bayrampaşa’da çıkan ve hızla büyüyen yangınla ilgili haberleri okurken eski ahşap İstanbul’u defalarca yakıp kül eden büyük yangınları ve bu yangınların muhteşem bir medeniyet birikimini nasıl yok ettiğini düşündüm. Çok şükür, en yeni teknolojileri kullanan, disiplinli çok başarılı bir itfaiye teşkilatımız var; yangınlara derhal müdahale ederek büyük felaketler yaşanmasını önlüyor. Ama her yangın, ister büyük olsun ister küçük, müdahale edilinceye kadar cana değilse mala ve bir daha asla yerine konulamayacak değerlere zarar verebiliyor.

***

Birkaç hafta önce eski İstanbul yangınları hakkında uzunca bir makale yazdım; yakında çıkacak Bir Ateşpâre Bin Yangın isimli kitabımın son bölümünde yer alacak. Bu makalede, yangınlarda kütüphanelerini ve çok değerli koleksiyonlarını kaybetmiş bazı edebiyat ve fikir adamlarından da bahsettim. İsterseniz, birkaç örnek verebilirim:

İbnülemin Mahmud Kemal’in Mercan’daki konağı iki defa yanmıştı. Yangına “kızıl bayram” diyen çapulcuların da derhal harekete geçip yağmaya koyulduklarını unutmamak gerekir. “Bizim konak yangın ve yağma gibi talihsizliklere uğramasaydı, şimdikilerle birlikte büyük bir müzeyi rahatlıkla donatabilirdi,” diyen İbnülemin’in ne demek istediğini, İstanbul Üniversitesi’ne bağışladıkları hakkında fikri olanlar daha iyi anlarlar.

Şair Nigâr Hanım’ın Rumelihisarı’ndaki yalısında 1920’lerin başında çıkan yangın da fotoğrafları günümüze ulaşan bir dizi nefis yalıyı silip süpürmüştü. Bu yalılarda kim bilir neler yandı! Abdüllhak Şinasi Hisar’ın ailesine ait olan yalının aynı yangında içindeki kütüphane, yazılacak eserlere dair notlar, defterler, değerli eşyalar ve hatıralarla birlikte kül olduğunu biliyoruz. Şair ve bestekâr Leyla (Saz) Hanım ise Bostancı’da özene bezene yaptırdığı –projesi oğlu Mimar Vedad Bey’e ait olan- köşkünün yanışını gözyaşları içinde seyretmek zorunda kalmıştı. Çok sayıda yayımlanmamış şiirini ve bestelerinin notalarını da köşküyle birlikte kaybeden Leyla Hanım, mesnevi tarzında yazdığı “Yanan Köşkümün Yâdı” isimli uzun manzumesinde yaşadığı büyük üzüntüyü anlatır.

Bir örnek daha: Veled Çelebi İzbudak’ın da Bahariye’deki evi, çok değerli yazmaların bulunduğu kütüphanesi ve o sırada üzerinde çalışmakta olduğu Türk diline dair eseri 18 Mayıs 1898 Perşembe günü çıkan yangında kül olmuştu.

***

Yangın dedim de... Ülkemizin yakılıp yıkılıp kültür mirasımızın yağmalanacağı asıl büyük yangını 15 Temmuz’da son anda önledik. Ama İslâm dünyasının çok büyük bir kısmı uzun bir zamandan beri korkunç bir yangın yeri... Mensup olduğumuz medeniyetin sembol şehirleri bir bir yok ediliyor. Afganistan’daki şehirler, Bağdat, Şam, Kerkük, Musul, Halep...

Binlerce insanın hayatını kaybettiği güzelim Halep neredeyse bütünüyle bir harabe yığınına dönmüş durumda. Bu arada bu şehirlerdeki zenginliklerin nasıl yağmalandığı ve nerelere taşındığı konusunda hiçbir fikrimiz yok. 2003’te yağmalanan Bağdat Müzesi, Mezopotamya’da kurulmuş kadim medeniyetlerin büyüklüğünü ve zenginliğini yansıtan muhteşem bir müzeydi. Yağma sonrasındaki içler acısı görüntüleri hatırlıyor musunuz, bilmem. Bağdat’taki Millî Kütüphane ile Musul Üniversitesi Kütüphanesi de yağmalanıp tahrip edilmişti.

Bu korkunç yağmanın asıl sorumluları, hiç şüphesiz, yağmaladıkları eserlerin değerini bildikleri bile şüpheli olan çapulcular değil, tedbir almamak suretiyle teşvik eden ABD ve İngiltere’ydi. Muhtemelen dışarı kaçırılan binlerce eser, şimdi bu ülkelerdeki müzelerin depolarındadır.

15 Temmuz darbe teşebbüsü başarılı olsaydı, aynı felaket bizim de başımıza gelecekti.

***

İslâm dünyası, belki de Moğol istilasından sonraki en büyük felaketini yaşıyor. Günümüzde yaşanan barbarlık, Bağdat’ta ne kadar medeniyet eseri varsa yakıp yıkan ve yüz binlerce nadide kitabı Dicle’ye atan Moğolların barbarlığından daha korkunç... İslâm medeniyetini Haçlı seferleriyle yok etmeyi başaramayan Batı, öfkesini Endülüs’ten çıkarmış, bu öfke Müslümanlar İspanya’dan çıkarıldıktan sonra bile dinmemişti. Kardinal Ximenes’in emriyle Gırnata’nın Babürremle meydanında on binlerce nadide kitap yakılarak inanılmaz zenginlikte bir bilgi birikimini yok edilmesi başka nasıl açıklanabilir? Hâlbuki Endülüs, yaklaşık sekiz asır boyunca insanlığa benzeri görülmemiş bir ‘birlikte yaşama’ tecrübesi armağan etmişti.

Osmanlı tecrübesi de öyle... İstanbul’un, dolayısıyla imparatorluğun çok kültürlülüğü kaçınılamayan fiilî bir durum değil, şuurlu bir tercihti. 16. yüzyılda bir Alman sefaret heyetiyle birlikte İstanbul’a gelen Protestan teolog Stephan Gearlach’ın Kanunî’ye atfettiği sözler bu gerçeği ifade etmektedir: “Çiçekler ne kadar çok renkli olursa o kadar güzeldir, İstanbul tabiattaki renk renk çiçekler gibidir, işte beyaz ve yeşil renkli sarıklarıyla Türkler ve Müslümanlar, beyaz, kırmızı, mavi karışımı serpuşlarıyla Ermeniler, mavi renkleriyle Rumlar, sarı serpuşlarıyla Yahudiler... Hepsi tabiattaki çiçekler gibi bin bir renk!”

Endülüs’te İslâm, farklı dinler ve mezheplerden insanları sekiz asır boyunca bir arada yaşatmıştı. Katolik İspanyolların kovdukları Müslümanlar ve Yahudiler, kendilerine Osmanlı topraklarında ilticagâh bulabildiler. Osmanlı’nın Balkanlar’da gerçekleştirdiği kısmî Avrupa Birliği ise, diğer Avrupa ülkeleri burunlarını sokuncaya kadar asırlarca ayakta kalmıştı. Bugünkü Avrupa Birliği işi elli küsur yılda çatırdamaya başladı.

***

Girdikleri her yeri yangın yerine çevirip yağmalayan ve kötülük tohumları eken Amerika ve Avrupa’nın başkentlerindeki karar vericiler, cehenneme çevirdikleri ülkelerde yüzbinlerce insanın ölümüne sebep olduklarını hiç düşünüyorlar mı acaba? Düşünüyorsa yataklarında nasıl rahat uyuyabiliyorlar, aklım almıyor.

Sağırlaşmamış kulaklar belki duyar diye “Yangın vaaar!” diye haykırmaktan başka ne yapabiliriz?

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.