Tuna, Tuna yeşil Tuna! Attın beni tundan tuna!
Uğurladığınız bir dostun arkasından böyle bir yazı yazmak zorunda kalacağınız aklınıza gelebilir mi?
Velev ki gelse, o akıl akıl olmayı sürdürebilir mi?
Görünüşte bir faaliyetin açılış konuşmaları yapılmaktadır. Sırası gelen günün anlam ve önemini kendince anlatmaktadır. Sözün sahibi konuşmaya başlayınca günün mâna kazandığını hissedersiniz.
Tam da böyle bir konuşma idi Halûk Dursun’un yaptığı…Toplantımıza, büyük bir iştiyakla katılmak istemişti ve bütün güçlükleri aşarak, Ankara’dan bin küsur kilometre ötede bir yere, Malazgirt’e gelmişti…
Konuşurken kendinden bahsetmek, iki çeşittir. Biri övünmek için ve ekseriya böyle konuşulur.
Konuşmacı az başvurulan ikinci tarzda, kendi konumunu ifade kastıyla konuşmaktadır. Burada bulunuşu, Bakan yardımcısı olması dolayısıyladır. Fakat o bir tarih profesörüdür, hem de Osmanlı tarihi profesörü…İstanbul’da, Edebiyat Fakültesi’nde bir türkoloji kongresinde merhum Orhan Şaik Gökyay tarihçilere “nasıl tarihçi olunur”u anlatmaktadır…Ey tarihçiler, kendinize fazla güvenmeyin, tarihi bir de edebiyatçıların ağzından dinlemeniz lâzım. Sizin kuru tarihinize ruh ve heyecan katmak gerekir, der ve sonra Âşık Çelebi’nin Tuna kasidesini okur:
Kişver-i kâfirden îmân ehline akup gelür
Kıbleye tutmış yüzini bir müselmândur Tuna
Habs-i kâfirden boşanmış gibi zencîrin sürür
Şâh-ı İslâma gelür bir ehl-i îmândur Tuna
Sözünü “Tuna ile ilgili ne biliyorsanız, bir daha okuyun” diye bağlar…
“Ben gerçekten bu Tuna şiiri üzerinden kendimi bir tarih anlayışına, disiplinine soktum. Önce Tuna nerden çıkıyor diye kaynağına gittim. Halk şairleri var. Yeni Çeri şiirleri ve ağıtları var. ‘Tuna’da çırpar bezini seveyim elâ gözünü’ İşte Tuna’ya bir de bu gözle bakın. Kısacası Tuna ile uzun bir zaman geçirdim…”
Halûk Dursun, Dicle kıyısında kurulmuş Diyarbakır Üniversitesi’nde konuşmaktadır. Elbette Tuna’dan konuşmaktadır. Bir kız öğrenci itiraz eder: “Sizin Tuna’nız var, Nil’iniz var, Dicleniz yok! Burda konuşmanız yersiz!”
“Tamam dedim, haklısın. Ama dinle. Konuşmayı nerde yapıyoruz. Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde. Ben buraya nereden geldim, Cizre’den geldim. Cizre bir şehirdir ve tam bir Dicle şehridir. Kendimiz Dicle’deyiz ama gönlümüz Tuna’da. Bunun da bir zararı yok, bir günahı yok. Ama haklısın, bu bir gecikme. Ama her görevin bir zamanı vardır ve ona vakti şerif denir. İşte o vakti zaman gelmiş ve biz Dicle’deyiz. Ve siz Dicle’nin kuzularısınız. Bize emanetsiniz. Haklısınız emanete sahip çıkmada geç kaldık. Bundan sonra sizlerle birlikte olacağız ve Dicle’nin, Karasuyun’un, Zapsuyu’nun kuzularını çakallara kaptırmayacağız.”
Salonda öyle bir hava esti ki Halûk Dursun’u dinlerken, sırf onun konuşmasını dinlemek için salonda bulunduğumu düşündüm. Sözünü tamamlayınca da kendisine bunu ifade ettim. Böyle toplantılarda olan malum seremoni icabı, bir takdimde bulunurken, tabii kitap takdimi, bir Tuna türküsünün iki mısraını fısıldadım o dar vakitte:
Tuna Tuna yeşil Tuna
Attın beni tundan tuna…
Kim bilir kaç yıl önce, muhtemelen 1930’larda doldurulmuş bir plaktan Safiye Ayla’nın o içe işleyen sesinden dinlemiştim. Uzun bir “ah”tan sona türkünün ağıta dönüştüğünü, ama esasında bir ninni olabileceğini hissetmiştim:
Tuna Tuna yeşil de Tuna
Ah attın beni tundan tuna
Sen uyu bülbülüm ah ben uyanayım…
Çocuğunuzu böyle bir ninni ile büyütmek için büyük bir tarihin varisi olmanız gerekir: Ah yeşil Tuna beni öyle ücra yerlere attın ki, adeta yerden yere vurdun!
Halûk Bey, vazifesi icabı aramızdan ayrılacaktı. Nezaketen izin istedi. Hiç olmazsa öğleye kadar kalması için ısrar edebilirdim. Fakat programın bu kısmında benim açılış konferansım vardı. “Gitme, beni dinle!” demek gibi olacağı için ısrar etmedim.
Hem etsem ne olacaktı?
İnsan kaderinin yolcusudur.
Halûk Bey güya Ahlat’a gidecekti, meğer son yolculuğuna çıkıyormuş… Konuşması âdeta veda konuşması imiş. Geriye Tuna’nın, Nil’in, Dicle’nin… bilcümle nehirlerin ve şehirlerin hüznünü bıraktı…Ruhu şad olsun!