Değerler ve realite arasında dış politika

AK Parti yirmi yıla yakın bir süredir tek başına iktidarda.

Buna rağmen, temel yönelim, coğrafi ağırlık noktası ve hedefleri açısından tutarlılık ve bütünlük arz etmeyen dört farklı dış politika döneminden bahsetmek mümkündür. Bu dönemler arasındaki geçişleri bir süreç olarak kabul edip, keskin periyodik ayrımlar olduğunu düşünmek hatalı olabilir. Yine de periyodik bir analiz genel resmi ve dönüşümü görebilmek açısından faydalı olacaktır. Burada Ak Parti iktidar yıllarının 2015’e kadar olan süreyi kapsayan ilk üç dönemini kısaca tahlil edip, bir sonraki yazıda ise son dönemi ele alacağım.

2002-2009: AB Vizyonu

2002 yılında Ak Parti sosyal alanda muhafazakar, ancak siyasi ve ekonomik açıdan demokratik ve liberal bir perspektifle kuruldu. Bu sentezi muhafazakar demokrasi adıyla kavramsallaştıran parti, Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefine dayalı bir vizyonu benimsedi.

1999’da Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsü verilmişti. 2002 Kopenhag Zirvesi’nde ise Türkiye’nin tam üyelik sürecine yönelik somut bir adım atıldı: Türkiye’nin “Kopenhag Kriterleri”ne uyum sağlaması durumunda Türkiye ile müzakerelerin gecikmeksizin başlaması yönünde karar alındı. Nihayet 2004’de Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlama kararı alındı. Bu dönemdeki AB-merkezli dış politika vizyonunda Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenen Abdullah Gül ve Ali Babacan’ın liberal perspektifinin izlerini takip etmek mümkündür.

Ancak Avrupa Birliği ile yürütülen süreç tamamen sıkıntısız da değildi. Kıbrıs Rum kesiminin Annan Planı referandumuna rağmen bütün adayı temsilen AB üyeliğine kabul edilmesi, yine Avrupa’da güçlenen aşırı sağın, merkez sağ hükümetleri Türkiye aleyhine bir tutuma sevketmesi üyelik sürecini engelleyen gelişmeler oldu. Bu nedenle Türkiye’de başlangıçtaki güçlü AB motivasyonu giderek zayıflarken, dış politikada bağımsız bir rota izlenmesi gerektiği düşüncesi güçlendi.

Bütün sıkıntılarla birlikte, bu ilk dönem, ekonomik kalkınmanın hızlandığı, reform ve açılım paketleriyle sivilleşme ve demokratikleşme sürecinin hızlandığı ve neticede bölgesinde Türkiye’nin demokratik imajının güçlendiği bir dönem oldu.

2009-2011: Orta Doğu’ya Dönüş

Bu dönemde Türkiye AB sürecindeki zayıflamanın da etkisiyle yönünü Orta Doğu’ya dönerek, bölgesel entegrasyon hedeflerini devreye soktu. Bu süreç içerisinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kavramsallaştırdığı “Komşularla Sıfır Sorun” stratejisi gereğince, Orta Doğu rejimlerinin iç sorunlarına müdahale edilmedi.

Orta Doğu’ya yönelik hedef ve politikalardan bazıları şunlardı: Suriye, Lübnan ve Ürdün’ü kapsayacak bir serbest ticaret bölgesi; vize serbestiyet anlaşmaları; Suriye sınırında bariyerlerin kaldırılması; Orta Doğu sorunlarında Türkiye’nin arabuluculuk rolü; Hamas’la ilişkilerin ve İsrail’le krizin derinleşmesi; ve Irak’ta Kürt bölgesel yönetimiyle yakın ekonomik ilişkiler.

Bütün bunlar dış politikada bir Orta Doğululaşma yönelimi olarak eleştirilmiş olsa da gerçekte Türkiye’nin Batı yönelimi devam etmiştir. Orta Doğu ve Afrika açılımlarıyla, İran’la nüfuz rekabeti bağlamında, bölgesel etkisini artırarak Batılı müttefikler açısından sahip olduğu jeostratejik önemi göstermiştir.

2011-2015: Arap Baharı Süreci

17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan Arap Baharı Ak Parti’nin hazır olmadığı bir süreçti. Kısa bir tereddütten sonra Türkiye tercihini demokratik taleplerini destekleme noktasında gösterdi. Arap isyanları neticesinde Tunus, Libya, Mısır ve Yemen’de diktatörler kısa sürede devrildiler. Ancak bir sonraki aşamada olayların sıçradığı Suriye’de Batılı ülkelerin doğrudan askeri müdahaleden kaçınması, güç boşluğunda terör örgütü Işid’in ortaya çıkışı ve nihayet Rusya’nın askeri müdahalesiyle uzun bir iç savaş ortamına girildi. Bu süreçte milyonlarca mülteciyi de misafir eden Türkiye krizin ağır yükünü en fazla omuzlayan ülkelerden biri oldu.

Diğer tarafta, Temmuz 2013’de gerçekleşen Mısır darbesi dış politika üzerinde etkileri süren kalıcı hasarlar bırakmıştır. Sudan’la ilişkilerinin aksine Türkiye, Mısır darbesine olan haklı tepkisini pragmatik bir siyasete dönüştüremedi. Oysa bu süreçte sadece Batı değil, Rusya ve Çin de Sisi yönetimiyle gayet yakın ilişkiler kurabildiler.

Bu dönemde gelen eleştirilere karşı, hükümet yetkilileri politika çizgisini ilke ve değerlere atıfla savunmaya çalıştılar. Türkiye demokratik prensipler uğruna doğru bildiği yolda yürümeliydi; dış politikada içinde bulunulan durum ise bir “Değerli Yalnızlık” olarak kabul edilmeliydi.

Dış politikada demokrasi ve insan haklarına dayalı bir ilkesel tutarlılığın önemi inkar edilemez. Ancak idealizm ve realizm arasında dengenin kurulamayışı, dış politikanın iç politikada araçsallaştırılması ve temel hedeflerin coğrafi ve stratejik bir öncelik sıralamasına konulmamış olması, bu dönemde yaşanan bir çok sorunun temel nedenleriydi.

YORUMLAR (4)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.