Değerli yalnızlıktan, diplomatik yalnızlığa

Binali Yıldırım’ın başbakanlığı devraldıktan sonra sarfettiği “dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız” ifadesi, diplomasi alanında bir normalleşme sürecine girileceğinin işareti olarak yorumlanmıştı.

Türkiye özellikle Suriye’de çıkmaza giren idealist politikanın yüklerinden kurtulup, nihayet rasyonel bir çizgiye dönebilecekti.

Ancak beklentilerin aksine, o günden bugüne izlenen dış politika genel hatlarıyla değerlendirildiğinde yalnızlığı daha da artmış bir ülke fotoğrafı karşımıza çıkıyor.

Bu durumun en büyük nedeni iç ve dış politikada demokratik yönelimin terkedilip, yerine Rusya ve Çin ile askeri ve ekonomik yakınlıktan fayda uman güvenlikçi bir paradigmanın geçmesidir.

2016’ya kadar olan dönemde Ak Parti iktidarı boyunca izlenen farklı dış politika perspektifleri, temelde Türkiye’nin stratejik yönelimini sorgulamamıştı. AB entegrasyonu, Orta Doğu’da ekonomik işbirliği arayışları ve son olarak Arap Baharı dönemlerinde Türkiye’nin Batı ittifak sistemine dayalı tarihsel grand stratejisinde bir değişiklik meydana gelmedi.

2015’den sonra içine girilen süreçte ise, Türkiye’nin radikal bir eksen değişikliğine girdiğini gözlemliyoruz. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, bir tarafta ABD ile gerginliğin artması, diğer tarafta ülke içinde ve dışındaki güvenlik ortamının bozulmasıyla, Rusya bir askeri stratejik partner olarak ortaya çıktı.

Ancak Rusya ile Türkiye’nin çıkar ve güvenlik algıları pek çok alanda farklılık arzediyor. Mesela, PKK’yı terör örgütü olarak tanımayan Moskova, Suriye’de PYD ile de gayet yakın ilişkilere sahip olageldi. Özellikle ABD’nin Suriye’den çekilmesi Moskova’da bir ofise sahip olan PYD’yi Rusya’ya daha da yakınlaştırdı. Diğer tarafta Rusya, Yunanistan ile de tarihi ve kültürel yakınlığa sahip bir ülke. Rus Dışişleri Bakanlığı yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin kriz yaşadığı bir zamanda Yunanistan’la ilişkileri şu cümlelerle tanımlamıştı:

“Atina bizim Avrupa’daki geleneksel ortağımızdır. Ruslar ve Yunanlılar arasındaki ilişkilerin temeli, manevi ve kültürel medeniyet akrabalığına dayanır.”

Sadece Akdeniz’de değil aynı zamanda Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ya da Karadeniz’de Ankara ile Moskova arasında perspektif ve çıkar ayrışması olduğu çok açıktır. Buna ilaveten, Türkiye’nin yönünü Rusya’ya dönmesi, Türkiye’nin etrafındaki Osmanlı mirası coğrafyanın, tarihi kökleri derinlere uzanan güvenlik algılarını aynı anda uyumlu hale getirmedi. Bu nedenle Rusya ile stratejik yakınlaşma, Kosova gibi müttefikleri stratejik açıdan Türkiye’den uzaklaştırdı.

Türkiye her iki ittifak cephesinin sağladığı güvenlik avantajlarından mahrum kaldığı gibi, arada kalmış konumunun getirdiği maliyetleri de üstlenmiş durumda. Örneğin Türkiye, Rusya’dan satın aldığı ancak aktif hale getiremediği S-400 hava savunma sisteminden dolayı F-35 savaş uçağı programından çıkarıldı. Yine, F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu Amerikan Kongresi tarafından engelleniyor. Türkiye’nin bölgesel rakipleri ise hava kuvvetlerini yeni teknolojilerle güçlendiriyorlar.

Bugün Türk dış politikasının içinde bulunduğu en büyük sorun, idealler ile realpolitik arasında dengeyi, tutarlı bir şekilde kuramamasıdır. Türkiye yıllarca Sudan’da darbeci el-Beşir’le yakın ilişkiler yürüttü; tartışmalı Belarus seçimlerini ilk tanıyan ülkelerden biri ve darbe sonrasında Mali’ye ilk resmi ziyareti gerçekleştiren ülke oldu. Ancak Mısır veya çok daha karmaşık bir mesele haline gelen Suriye’ye yönelik politikalarda rasyonelleşme sağlanamadı.

Öte yanda Ankara, İsrail’i tanıyan devletleri eleştiriyor. Kuşkusuz Filistin sorununun çözülmediği bir ortamda bu eleştiriler haklıdır ancak Türkiye’nin İsrail’le diplomatik ve ekonomik ilişkileri düşünüldüğünde son derece tutarsızdır. Daha trajik bir çelişki ise, bütün dünyanın gözü önünde bir soykırım işlenen Doğu Türkistan’ın, çıkarların dayattığı bir sessizlik içerisinde izlenmesidir.

Sergilenen tutarsızlıklardan başarıyla yararlanan küresel ve bölgesel güçler, Türkiye’yi adeta diplomatik bir muhasara altına almış durumdalar. Doğu Akdeniz krizi bu yalnızlığı dramatik biçimde gösterdi. “Diplomasi” kelimesinin alaya alındığı, sloganların analiz diye sunulduğu, medya ve devlet kademelerinin hamaset yarışında geride kalmamaya çalıştığı heyecanlı günler yaşadık. Bütün bunlardan sonra da geri adım atıldı, mecburen diplomasiye bir “şans verildi”. Doğru yöntemlerle savunulmadığında zarar gören, ülkenin haklı iddiaları ve çıkarları oluyor.

Bir önceki dönemde dış politikada içine düşülen durum, değerli bir yalnızlık olarak tanımlanmıştı. Ancak Türkiye hem o değerlerden vazgeçti, hem de kendi bölgesindeki yalnızlığını artırdı.

İlkeler ve çıkarlar arasında çizilen mütemadi zigzaglar neticesinde dengesini kaybetmiş, hedeflerini ve yönünü tayin edemez hale gelmiş, tutarsız ve dağınık bir dış politika manzarası ile karşı karşıyayız.

YORUMLAR (11)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
11 Yorum