Bilim mi felsefeden, sanat mı siyasetten

Sanat, felsefe, bilim... dediğinizde, en azından okuryazarlığı olduğunu zannedeceğiniz birilerinden hemen şöyle bir tepki geliyor: “Bize lazım olan bilim, öbürleri lüks. Biz de Almanya veya Kanada seviyesine gelelim, o zaman evinizin duvarına en güzel resimleri asarak istediğiniz kadar şiir okuyup felsefe üzerine gevezelik edersiniz…”

Bilgiçlik kisvesinde karşımıza çıkan cehaletin bu derekesine insanın isyan edesi geliyor.

Düşünün ki bir toplumun dağarcığında sanat olmadan, çıkınında felsefe olmadan bilim yolunda ilerleyebileceğini varsayan, dahası bunları insanlığın uygarlık yürüyüşüne ayak bağı olarak gören bir kafa bilimin savunucusu!

Cehalet öylesine etkili bir virüs ki yalnızca bilim karşıtlarının bünyesini değil, bilim taraftarlarının gövdesini de sarabiliyor.

Bilimden yana duran, bilime sözde önem veriyor görünen kapkara bir cehalet başka nasıl açıklanabilir?

Sözgelimi Mona Liza tablosunu “duvarda süs” olarak gören, Ay Işığında Sonata’nın herhalde “eğlence için dinlendiğini” düşünen, Spinoza’nın yazdıklarını “kuru gevezelik” sayan, Mimar Sinan’ın Selimiye’si ile E-5 kenarındaki beton yığınları arasında fark görmeyen zatı muhteremler “bilim!” diyorlar başka bir şey demiyorlar…

Diyecekseniz ki bunların bilim dedikleri de bilim değil teknoloji aslında. Evet ama sanatı ve felsefeyi fayda getirmeyen boş işler olarak gören zevatın teknolojiyi bilim zannetmelerine mi takılacağız!

***

Nasıl bir günah işlediysek artık, imtihanımız hiç bitmiyor… Bazen -güya- bilim adına saldırılıyor sanata ve felsefeye bazen de -güya- din adına.

Mesela bugünlerde kendilerini İslam adına söz söylemeye yetkili gören kimileri olanca cehaletlerini büyük bir cüretle toplumun üzerine boca ediyorlar. Bir gün sanatla, öbür gün felsefeyle, başka bir gün bilimle hesap görmeye kalkışıyorlar.

Oysa sanatın işlevini bilmeyen, bilimin kazandırdığı birikimden habersiz olan, felsefenin açtığı kapıları kullanamayan bir ilahiyatçının İslam’ın temel mesajlarını insanlara nasıl anlatacağını iyi düşünmek gerekir.

Bazen de din “pâ-bend-i terakki” olmakla suçlanıyor bilim veya felsefe taraftarı olma iddiasındaki birilerince.

Oysa bütün tarih boyunca gözlemlediğimiz beşerî ve sosyal gelişme örneklerinin bu iddiayı nakzettiğini görüyoruz. Din bir toplumdaki gelişme dinamiklerini genellikle olumlu yönde etkiliyor, destekliyor. Ancak olumsuz örnekler de yok değil. Çünkü din demek insanların din anlayışı demek, dinin yorumu demek. Bir dinin yorumlanma şekli ise toplumun zihniyetini yansıtıyor. Dolayısıyla gelişme eğilimine de gelişme karşıtlığına da dayanak olabiliyor.

***

Siyasete gelince… Bugünün seçim sonrası konjonktüründen bağımsız olarak Türk toplumunun çok uzun zamandır mütemadiyen günlük siyasetin meseleleriyle yatıp kalkıyor olması ciddi bir problem aslında.
İnsanlığın birikimi olarak anılmaya layık maddi ve manevi değerleri üreten sektörler sanattır, felsefedir, bilimdir.

Tarımı, sanayiyi, ticareti yani ekonomiyi yaratan da bunlardır. Eğitimi inşa eden, hukuku şekillendiren yani toplumsal yaşayışın kalitesini belirleyen de bunlardır.

Bunları yerine göre sınırlayan, denetleyen, düzenleyen veya örgütleyen siyaset ise üretici olmayan bir sektör.

Hayatın merkezine siyaseti koyan bir toplum üretime ve üretkenliğe değil, kısır çekişmelere yönelmiş olur. Kısır çekişmeler, adı üstünde, hiçbir yenilik üretemeyeceği gibi sorunlarımıza çözüm de üretemez.

Ne var ki bizim açımızdan ortada paradoksal bir zorunluluk var. Bu ülkedeki kilitli bütün kapıların anahtarı siyasetin elinde. Çok büyük bir çelişki bu. Üretici olmayan bir yapıdan çözüm üretmesini beklemek durumunda olmak.

Soru şu: Buradaki açmazdan bir çıkış yolu nasıl bulunabilir?

YORUMLAR (86)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
86 Yorum