Bozuntuya vermeme stratejisi: Ekonominin kitabını yazmak
Bir ülkenin kötü yönetildiğini anlamak için aslında yalnızca o ülkede yaşıyor olmak yeterlidir. Ama bizimki gibi ülkelerde “ümit” son ana kadar muhafaza edilmeye çalışılır. Dolayısıyla bugünkü iktidar partilerinin vaatlerine inanıp oy vermiş olanlar bu kadar kısa süre içinde ortaya çıkan felaket tablosuna inanmak istemediler. Ta ki kötü yönetimin ekonomideki yansımaları herkesin cebine ulaşıncaya kadar...
Bu noktaya gelinen süreçte dış politikanın milli çıkarlarımız yerine birtakım kişisel siyasi çıkarların aracı yapılmasına göz yumdular… Kurumların etkisizleştirilmesini, kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılmasını, yargının siyasallaşmasını görmezden geldiler… Sağlığın, tarımın, eğitimin ve akla gelebilecek her konunun nasıl bir anlayışla yönetildiğini umursamadılar. Özetle iktidarın yönetemez, devletin yönetilemez hale geldiğini kabule yanaşmadılar.
Tercihlerinin yanlış olduğunu kabullenmek istemediler çünkü... Zihnimizdeki savunma mekanizmaları böylesi durumlarda mevcut gerçekliği inkâr etmemize yol açar… Psikoloji bilginleri bize taşıyamayacağımız ağırlıkta görünen olumsuzlukları yok sayarak kendimizi iyi hissedebildiğimizi söylüyorlar. Yaşanan durum herhalde bu olsa gerek.
Ne var ki siyasi parti taraftarı için bunun da bir sınırı var galiba. Dış politikada, eğitimde vs. gerçekleri inkâr etmenin kısa vadede zararı dokunmuyor ama ekonomi öyle değil. İnsanın cebindeki paranın hızla “pula dönüşmesi” -baygın kişinin yüzüne vurulan bir avuç su gibi- bir tür şok etkisiyle uyandırabiliyor uyuyanları. Zaten tuzunuz ne kadar kuru da olsa memlekette bunca kıyamet koparken uykunuza devam edemezsiniz. “İnkarın sürdürülemezliği” de diyebiliriz buna...
***
Geçenlerde KARAR’ın manşetinde bir grafik vardı. Dolar kuru 2003 ile 2013 arasındaki 10 yıl içinde ancak 1,64’ten 1,78 TL’ye yükselmiş. Gelgelelim “Bu kur filan, bunların hiçbirisi bizim geleceğimizi belirleyen şeyler değil … 24'ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" vaadine inanıp başkanlık sistemine geçtiğimiz 2018’de kur 3,77 TL imiş. 2019’da 5,29 olmuş, şimdi de 10 TL’yi bulmuş. Bundan sonra nereye kadar gideceğini bilen yok.
Diğer yandan, Türkiye’de kişi başına milli gelir son yedi yıldır sürekli azaldı. Keza işsizlik, dış borç yükü ve cari açık gibi göstergeler de hiç hayra alamet durumda değil.
Bütün bunlara karşılık, iktidar cephesinde gerçekliği inkâr yöntemiyle ekonomideki sorunlara karşı mücadele edilmeye çalışılıyor!
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süre önce “Amerika'nın halini, İngiltere'nin halini görüyorsunuz değil mi? Benzin yok benzin. Aynı şekilde Almanya'da kuyruklar, Fransa'da kuyruklar... Yiyeceklerini bulamıyorlar. Elhamdülillah, Türkiye'de böyle bir sorun yok” demişti.
Ondan önce bir başka konuşmasında ise “Bugün Avrupa'nın en gelişmiş ülkeleri dahi şu aşılar var ya aşılar, bu aşıları ücretle yapıyorlar. 50 sterlin, 100 avro. Bu şekilde para alarak yapıyorlar. Biz aşılarda halkımızdan bir kuruş aldık mı? Ve bize nasihat ettiler. 'Ya böyle de olmaz, belli bir bedel alın.' Hayır…” şeklindeki ifadeleri tartışmalara yol açmıştı.
Son olarak geçen gün de “Ekonominin kitabını yazdık, yazmaya da devam ediyoruz” dedi Erdoğan. Bu sözleri muhalifler alay ederek, destekçiler sessizlikle karşıladılar. Her iki tarafın da tepkileri gayet anlaşılır sayılmalı:
***
Türkiye’de bugün ekonomi hakkında olumlu bir kanaat serdetmek için ya fazlasıyla şakacı bir bünyeye sahip olmak ya da gerçeklerden iyice habersiz olmak gerekir. Erdoğan’ın bu konuda şaka yaptığını düşünmek zor. Çünkü bir insan kendi sorumluluğu neticesinde ortaya çıkmış olan bir felaketi şaka konusu yapamaz. Hele bu insan siyasetçisiyse hiç yapmaz böyle bir şeyi.
Peki, öyleyse Cumhurbaşkanı’nın gerçeklik dünyasından kopmuş olduğu eleştirisi haklılık payı taşıyor olabilir mi? Böyle düşünenler az değil, biliyoruz. Ülkedeki sorunların varlığını reddeden, her şeyin iyiye gittiğini savunmakta ısrar eden, tesis ettiği yönetim modelinin bu kadar kısa sürede büyük bir fiyaskoya dönüşmüş olduğunu görmek istemeyen ve dolayısıyla da toplumdaki desteğinin giderek erimekte olduğunu kabule yanaşmayan bir siyasi liderin gerçeklikten kopmuş olduğu hükmüne varılıyor kolayca.
Ancak belki de Erdoğan bu tutumu nahoş bir gerçekliğe maruz kalmış olmaya karşı bir bilinçaltı tepkisi olmaktan ziyade, hoşa gitmeyen gerçeklikle baş edebilmenin yolu olarak ayrıca siyaseten de benimsemiş olabilir. Zira ekonomideki kötü tabloyu ve dolayısıyla iktidarın çözüm üretemez ve ülkeyi yönetemez durumda oluşunu kabul etmek demek siyaset tartışmasının içeriğinin değişmesine razı olmak demek olur. Erdoğan her şeye rağmen bir sonraki seçime kadar siyasetin cephe hattını ideolojik ve kültürel çatışma alanlarında tutmak zorunda olduğunu biliyor. Bunun için, ne olursa olsun ekonomi dışındaki zeminlerde siyaset yapmayı sürdürebilmek için ekonomi hakkında mevcut gerçekliği paranteze alarak hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam etmek istiyor. Seçime doğru atılacak bazı adımların yaratabileceği umulan geçici bir rahatlamaya kadar “top çevirmeyi” düşünüyor belli ki.
Bu yaklaşımı sokak jargonuyla “bozuntuya vermeme stratejisi” olarak da tanımlayabiliriz. Beklenen felaketi mümkün olduğunca geciktirmek, “bu arada belki gökten bir yardım yağar” diye biraz daha vakit kazanabilmektir burada amaç.
Peki, bu “strateji” iktidarın derdine deva olur mu? Olmaz tabii. Ekonominin birtakım ekranlardaki rakamlardan ve tablolardan ibaret olmadığını herkesin bir cebindeki paraya bir de elindeki faturalara veya marketteki etiketlere bakarak bizzat ve can acısıyla hissettiği bir ortamda bu yolla seçmen tabanının desteğini koruyabilmesi mümkün değil artık.
Üstüne üstlük, yaşanan sorunlar için çözüm üretmesi beklenen iktidarın bunun yerine sorunları yok sayması siyasi riskini alabildiğine büyütecektir.
Ülke ve millet için ise bu süreçte kırılıp dökülenlerin önümüzdeki dönemde tamiri ve devlet çarkının yeniden düzene sokulması daha da zorlaşacak, bu işler daha fazla vakit alacak ve elini taşın altına koyacak olan kadroların daha fazla fedakarlığını gerektirecektir.