Erdoğan-Obama görüşmesi niçin önemli?
Geçen gün “devamını” yazmayı vadettiğim “Dış politikanın neresi değişsin?” başlıklı yazıyı bir saptamayla bitirmiştim… “Türk dış politikasının iki temel konusu var. Biri Batı sistemi içindeki rolümüzün korunması ve geliştirilmesi. Diğeri ise bölgemizdeki güç denklemleri içinde milli çıkarların korunup geliştirilmesi. Bunun dışındaki hemen her şey siyasi retorik kapsamında görülmeli” diyerek…
***
Araya başka konular girince devam edemedik ama konu aklımda. Üstelik tam da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD gezisine ilişkin tartışmalar gündemdeyken vaadimi yerine getireyim:
Biliyorsunuz, bu seyahat sırasında Erdoğan’ın ABD Başkanı Obama ile baş başa görüşüp görüşmeyeceği konusuna bir hayli anlamlar yüklendi. Bu yüzden Obama ile bir görüşmenin gerçekleşeceği duyurulunca bazıları rahatladı, bazıları ise hayal kırıklığına uğradı. Oysa Cumhurbaşkanı ABD’ye bir devlet ziyareti için değil oradaki bir uluslararası zirve toplantısına katılmak için gidiyordu. Yani Obama ile görüşmesi gerekmiyordu. Zaten o zirveye katılan diğer 50 ülkenin -biri hariç- devlet başkanları da ABD Başkanı ile birebir görüşmeyecekti. Buradan bakıldığında bizdeki tartışmanın Türk-Amerikan ilişkilerinin ürettiği sembolik evren içinde açıklanması gerektiği ortaya çıkıyor.
***
Nereden geliyor bu sembolizm? Yazının başında tekrar hatırlattığım dış politikamızın temel çerçevesiyle mi ilgili? Yani, “Batı sistemi içindeki rolümüzün korunması” kuralına ilişkin hassasiyetimiz mi semboller üzerinden dile geliyor?
Türkiye’nin “Batı sistemi içindeki rolü” her şeyden önce ABD ile ittifakımız demek. Avrupa Birliği ile veya münferiden birtakım Avrupa ülkeleriyle ilişkiler ikinci plandadır. En azından ikinci dünya savaşından beri bu böyle… Yani ABD’nin küresel patronajını hiç değilse dünyanın bir yarısına kabul ettirdiği tarihten bu yana… Washington ile Ankara’nın ilişkileri hiçbir zaman “tâbi-metbû” ilişkisi olmadı elbette; hatta çoğu zaman inişli çıkışlı seyretti. Ama her iki taraf açısından da bu ittifak ilişkisinin vazgeçilmezliği söz konusu. Jeopolitiğin yasaları bunu gerektirdiği için… Bu yüzden de aradaki sorunlar her zaman karşılıklı birtakım fedakârlıklarla çözüldü. Fedakârlık yapan tarafın daha çok Türkiye olması da izahı imkânsız bir durum değil sonuçta.
***
Günümüze gelecek olursak… Son birkaç yıldır, özellikle Gezi Parkı olaylarından itibaren su yüzüne çıktığı görülen ama daha çok Suriye politikalarındaki ayrışmadan kaynaklandığı düşünülen bir soğukluk hissediliyor iki müttefik başkent arasında. Eskilerin tabiriyle bürudet… Amerikan yönetiminin PKK/PYD konusundaki tutumu bizim açımızdan rahatsızlık verici. ABD içinse Ankara’nın “sorun yaratan taraf” olarak göründüğüne dair mesajlar okuyoruz birbiri ardınca.
***
Artık son günlerini idrak etmekte olan Obama yönetiminin özellikle başlangıç döneminde Ortadoğu’ya ilişkin vizyonu ve beklentileri Türkiye’nin çıkarları ve talepleriyle büyük ölçüde çakıştığı halde gelinen noktada iki ülke ilişkilerindeki tedrici soğumanın giderek “kriz” kavramıyla tarif edilir hale gelmiş olması büyük ölçüde dış politikamızın üslubuyla açıklanmaya çalışılıyor. Bu hususu ayrıca tartışmak ve meseleyi vuzuha kavuşturup bir çözüm bulmak lazım tabii; ancak açık olan şu ki böyle bir ortamda Erdoğan ile Obama’nın “birebir” görüşmelerine bu kadar önem atfedilmesinde bir tuhaflık yok. Yalnızca bu görüşmenin ortadaki problemleri çözmeye yetecek bir uzlaşma iklimine kapı açmaya yeterli olup olmayacağı belli değil. Bekleyip göreceğiz…