Ha Erdoğan olmuş ha Kılıçdaroğlu

Esas olarak iki ana kanat var aktüel siyasette. Bunlar, doğrularıyla yanlışlarıyla, iki rakip yönetim anlayışını ve iki farklı Türkiye vizyonunu temsil ediyorlar. Bu anlamda da birbirine karşıt iki ayrı gelecek vaat ediyorlar. Erdoğancı otokrasi veya parlamenter demokrasi.

Ama bir de bu ikisinin dışında “üçüncü yol”cular var. Her zaman vardı bunlar. 2002 seçiminde de Uzan’ın “Genç Parti”sine yüzde 7 oranında oy çıkmıştı. Mamafih şimdiki sistemde iktidara gelebilmek için cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde ellinin üzerinde oy almak gerektiği için bunların varlığı bugün çok daha fazla önem ve anlam kazanan bir konu.

Söylemeye gerek bile yok, yarışa giren adaylardan ikisinin (İnce ve Oğan) hiçbir şart altında kazanma şansının olmadığı belli. Ama temsil ettikleri kesimler adına “Biz de varız” mesajı verme vasıtası olarak değerli bu adaylıklar.

Bu seçimde aday çıkarmayan HDP’nin önceki seçimdeki fonksiyonu da buydu. “Adayımızın seçilip seçilmemesi önemli değil, ona oy vererek biz de varız demiş oluyoruz” deniliyordu. Ancak bu tavrın arkasında “Cumhurbaşkanının kim olacağını, dolayısıyla ülkenin nasıl yönetileceğini umursamıyoruz” yaklaşımı da var.

HDP seçmeninin bir bölümünde bu yaklaşım zaten “default olarak” bulunuyor. “Kürt kimliğini tanımadıktan sonra, hangi iktidarın ne yaptığı, ne yapacağı önemsiz... Ekonomi ister iyi yönetilsin isterse kötü yönetilsin, bizi ilgilendirmiyor” diyorlar.

İşte bu tutumun adı “sistem dışı siyaset”. Seçim günü sandığa gitme gereği bile duymayan apolitik kitleden olsa olsa bir parmak daha politik aslında bu kesim. Çünkü sandığa yalnızca kendini göstermek için gidiyor, asıl çözümü siyasetin dışından bekliyor. Mevcut araçları kullanarak kısmî kazançlar elde etmeyi yeterli bulmuyor. Vererek almayı değil hiçbir şey alamamak pahasına hiçbir şey vermemeyi tercih ediyor.

Bugün konjonktürel birtakım gerekçelerle HDP yönetimi cumhurbaşkanı adayı çıkarmamayı kararlaştırmış olsa da mezkûr kesimin ciddi bir bölümünün siyaset anlayışı bu merkezde.

Ne var ki benzer eğilim kendilerini milliyetçi veya ulusalcı olarak tanımlayan gruplarda da görülüyor. Belli ki “Muharrem İnce’nin hakkı yendi” gerekçesiyle CHP yönetiminden intikam alma arayışına girenler için Erdoğancı otokrasi veya parlamenter demokrasi fark etmiyor.

Diğer yandan, “Bu ülkede gerçek milliyetçilerin de olduğunu gösterelim” diyerek Sinan Oğan’a oy vereceğini açıklayanlar da Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında hiçbir fark görmüyorlar. “İkisinin de adayları milliyetçi değil” diye kestirip atıyorlar.

Demek ki otokrasi, kuvvetler ayrılığı, rasyonel yönetim, ehliyet-liyakat, hukukun üstünlüğü gibi konular çok heyecanlandırmıyor bu kesimi de. Bu konuların milliyetçilikle ilgisini kuramıyorlar çünkü.

(Milliyetçi camianın aksakallarından Prof. Ahmet Bican Ercilasun “Seçimi kazanmayacağı açık olan bir adayla yarışa girmek demek, Türkiye’yi felakete sürükleyecek olan büyük resimdeki iş birlikçilere hizmet etmek demektir” diye yazdığı için tam anlamıyla lince uğradı.)

Oysa mesele belki de en fazla milliyetçilikle ilgili. Bu ülkede halk kitleleri gerçek anlamda millet olma aşamasına ulaşamadığı için millet kimliği değil alt grup aidiyetleri yönlendiriyor bizi. Dolayısıyla milletin çıkarı yerine mahallemizin, aşiretimizin çıkarları öncelikli oluyor. Nitekim “Sinan Oğan’a oy verelim ki bu ülkede milliyetçilerin de olduğu anlaşılsın” diyenler bir fikri savunmaktan bahsetmiyorlar, bir mahallenin ispat-ı vücut ihtiyacından bahsediyorlar. Öyle ki bu konuda düpedüz “mahallenin namusunu kurtarmak” tabirini kullananlara rastladım sosyal medyadaki tartışmalarda.

Elbette rasyonel değil bu yaklaşım, “duygusal bir tepki”nin ifadesi. İnce’ye ve Oğan’a gitme eğilimdeki oyların da “tepki oyu” olduğu muhakkak. Ama neye tepki?

Millet İttifakı ortaklarının analiz edip anlaması ve mutlaka bir çözüm üretmesi gereken mesele bu işte. Çünkü bahsedilen tepkinin hedefi iktidar değil muhalefet. Öyleyse muhalefet blokunda “toplumun iktidarı desteklemeyen kesiminde bile rahatsızlık uyandıran” bir şeyler var. Durumu daha kibar bir şekilde ifade etmek gerekirse, belki de mevcut iktidar sahiplerinin muhalefet blokuna yönelik propagandasını boşa çıkarmakta yeterince başarı gösterilemeyişi sorunun kaynağı.

Malum olduğu üzere, seçime gidilen bu süreçte iktidar negatif propaganda yöntemini benimsemiş bulunuyor. Yani kendi icraatını, gelecek vizyonunu ve somut vaatlerini ortaya koyarak neden kendisinin seçilmesi gerektiğini anlatmak yerine rakiplerinin niçin seçilmemesi gerektiğini anlatmayı tercih etmiş bulunuyor. Akıllıca bir tercih. Çünkü öbür türlü başarı elde etmesi mümkün değil.

Burada başlıca iki ana yolda ilerliyor iktidarın negatif propaganda kampanyası. Birincisi dinî, ikincisi millî hassasiyetler otobanı.

Dinî olan başörtüsü, Ayasofya, seccade gibi temalarla… Milli olanı ise PKK, FETÖ gibi tehditlere karşı duyarsızlık iddiasıyla…

Tam da burada Millet İttifakı ortaklarının şunu görmesi gerekir: “Masa’nın altında HDP ve dolayısıyla PKK var” propagandasının belirli bir kesim üzerinde başarılı olduğu inkâr edilemez bir gerçek.

Buna karşı HDP’nin Altılı Masa’nın bileşenleri arasında yer almadığını, Millet İttifakı şemsiyesi altında seçime girmeyeceğini, dolayısıyla seçimden sonra iktidar ortağı olmasının söz konusu olmadığını, konjonktür itibarıyla yalnızca mevcut iktidara karşıtlık ortak paydasında bulunmanın iş birliği anlamına gelmediğini vs. izah etmekte muhalefet yeterli başarıyı gösterememiş görünüyor.

HDP’nin bugünkü yönetiminin terör örgütü ile arasına mesafe koymaya, Türkiye partisi olmaya yöneldiğini kabul etsek bile toplumun büyük çoğunluğu nezdinde bunun bir karşılığının oluşmadığını görmek gerekiyor.

CHP seçmeninin büyükçe bir bölümü için HDP’nin varlığı belki tolere edilebilir ama “beş sağcı partinin” tabanı için aynı şey söylenemez. O halde bu beş sağcı partinin bu hususta politik olarak inisiyatif alması lazım. Nasıl ki masadaki partilerden bir kısmı dindarların kazanılmış haklarına ilişkin endişeleri gidermek için “Biz burada olduğumuz sürece bu söz konusu olamaz” diyorlarsa, PKK ve FETÖ konusunda da yüksek sesle “Biz burada olduğumuz sürece kimse merak etmesin” mesajı verebilirler.

Ama bu durumda da CHP’nin ana gövdesini “sollamış” durumdaki “CHP medyasının” hücumlarına hazır olmak gerekir.

Aslına bakarsanız, muhalefeti bugüne kadar iktidarın propaganda kampanyalarından çok kendi içlerindeki çatışmalar yıprattı bugüne kadar.

Herkesin birbirini yıprattığı bir süreç sonunda ve ciddi sancılar içinde ortak aday belirlenebildi. Daha önce “aday adayı” olarak görülen isimlerin destekçileri diğer isimleri ve özellikle “doğal aday” sayılan Kılıçdaroğlu’nu bir hayli yıprattılar. “Kemal Bey seçilemez” algısı oluşturulmaya çalışıldı. Bunda başarı sağlanamadığı da söylenemez. Nedense bunun aynı zamanda muhalefet blokunun yıpranması demek olduğu düşünülmedi.

Diğer yandan, bu arada “CHP medyasından” da Altılı Masa’nın sağcı aktörlerine yönelik sebepsiz bir yıpratma kampanyası da sürdürüldü. “İktidara gelmek için bunlara ihtiyacımız yok” şeklinde akıl dışı bir yaklaşım savunuldu. Ortaklara karşı gereken itibar gösterilmedi. Bunun da sonucu bilhassa AK Parti seçmeni üzerinde etkili olabilecek Gelecek ve Deva partilerinin söz konusu kitle nezdinde neredeyse etkisiz eleman gibi algılanmasına yol açmak oldu. Dolayısıyla “masa” muhafazakâr mütedeyyin kesime seslenmekte en azından bir yere kadar zaaf içine girdi.

Hasılıkelam, muhalif seçmenin bir bölümünün bugünlerdeki “üçüncü yol” arayışının komplikasyonlarını yönetebilmek için öncelikle bu arayışın nerelerden kaynaklandığını görüp değerlendirmek gerekiyor.

YORUMLAR (173)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
173 Yorum